YAZI: ADNAN SARACOĞLU
Will Storr, gazeteciliğiyle yazarlığını birleştirip anlatmanın, anlatarak merakta bırakma ve merakı doyurmanın peşine düşüyor. Bilimi kutsal ve ciddi, hikayeyi sarsak ve uyduruk diye yaftaladığımızda gözden kaçırdıklarımızı bir bir önümüze seriyor.
Hikaye ve masalın küçültücü anlamlarıyla kullanıldığı sosyal hayatın içinde debelenip dururken insan olarak en ama en önemli etkinliğimizin hikaye anlatmak, masal dinlemek, anlatılanı dinleyip mayalayıp gerçeğin üzerine iliştirmek olduğunu kimlere diyelim? Demeyelim de ne edelim, bu bilgiyle şişip şişip patlayalım mı?
Belki de patlamayalım diye kaleme alınmış “Hikâye Anlatıcılığının Bilimi” kitabı. Will Storr, gazeteciliğiyle yazarlığını birleştirip anlatmanın, anlatarak merakta bırakma ve merakı doyurmanın peşine düşüyor. Akademik metinlerin boğuculuğundan, popüler olanın sığlığından ötede rahat anlaşılır, bol analizli, kuramdan örnek metne sek sek sekerek, okuru gayriresmi atölyesinin paydaşı kılarak hikayeyi bilimleştiriyor. Bilimi kutsal ve ciddi, hikayeyi sarsak ve uyduruk diye yaftaladığımızda gözden kaçırdığımız şeyi daha ilk satırlarda vurguluyor Storr; hikaye anlatımı ile ilgili söylenenlerle sinirbilimcilerin, psikologların zihnin işleyişi ile ilgili söyledikleri büyük ölçüde örtüşüyor.
Dört kocaman bölümün ilkinde, insan zihnine odaklanılıyor. Beyin o ihtişamlı hikayeleri nasıl uyduruyor, kendisinin de parçası olduğu dünyanın ve muhtemel dünyaların içinde nasıl maharetle dolaşıyor, hayatta kalmak üzere evrimleşen zihin ihtiyacı kadar merakı süzüp dışarıya nasıl aktarıyor, onu görüyoruz. Görmek demişken renk, (renk bir yalandır) boyut vs. şeylerin de kurgudan ibaret olduğunu, kültürel kodlar içinde biçimlendiğini hatırlatıyor yazar. İki mavi gören Rusların sekiz renkli gökkkuşaklarına özenmeden edemiyoruz.
ALINTI HEVESLİSİ OKURA HODRİ MEYDAN!
Klasik ve modern edebiyat şaheserlerinin açılış cümlelerini alıntılayarak yazma heveslisi okura “Hodri meydan” diyor. Mesela romancıların en soylularından Tolstoy ile sınayabiliriz kendimizi. “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” diye başlamış Anna Karenina. Yalınlık ve derinlik iç içe. Küçük toplulukların, insan gruplarının yanısıra koskoca bir Rus toplumunun resmini çekebilecek yetkinlik dile geliyor bu cümlede. Varoluşçuluğun edebiyattaki en yetkin ismi Camus’nün cümlesiyse anne ve ölüm arasına kusursuz bir lakaytlık ekseni çekiyor: “Annem ölmüş bugün. Belki de dün. Bilmiyorum.” Kitap boyunca, birçok romandan, film ve dizi senaryolarından örnekler veriliyor, verilen örnekler işlenip analiz ediliyor. Kitap boyunca “dedikodu” yüceltilse ve insanın en bitek kurumu olarak selamlansa da laf olsun diye verilmiş bir örnek dahi yok.
Hikaye, roman analizlerinin vazgeçilmezleri Shakespeare, Austen, Dickens, Proust’un yanında Rowling ve Knausgaard’ı görmek mutluluk veriyor. Eski Ahit’in derlenmesinin hikayesinin hemen sonrasında, Gılgamış Destanı ve çocuk edebiyatı kitabı Bay Koca Burun, başkalarıyla bağ kurup nasıl statü elde edileceğini anlatan kontrol teorileri örnekleri olarak eşleştiriliyor. Kutsal hikaye, destan ve modern kurgu aynı ipe diziliyor.
Neyi, nasıl görüyoruz, hikayeci görmemizi nasıl manipüle ediyor, merak nasıl kışkırtılıyor, nasıl tavında dövülüyor, sinematografik söz dizimi diye bir şey gerçekten var mı? Bu gibi çarpıcı sorular işkembe-i kübradan atarak değil de bilişsel bilimci, sinir bilimci ve psikologların çalışmalarından örneklerle destekleniyor. “Ağır yük taşıdı” demek yerine, “Ağır yükü omuzlarına aldı” ifadesiyle nöral modeller etkin hale geliyor. Narnia Günlükleri’nin yazarı C. S. Lewis gibi büyük bir yazar da genç meslektaşına aynı şeyi söylüyor: “Güzel ya da korkunç deyip geçiştirmek yerine güzelin ve dehşetin okura hissettirilmesi, güzelle sarmalanıp dehşet içinde bırakılması.”
Beyin, yolunu bulmak için basitleştiriyor, dönüştürüyor. Kızılderili mitlerini dinleyen İngilizler, karmaşık ve kendi kültürel kodlarında karşılığı bulunmayan unsurları tıraşlamakta, boşlukları uydurup doldurmakta bir sakınca görmüyor. Dünyanın, çok sevdiğim bir deyimin etrafında döndüğünü bir kez daha hatırlayıp gülümsüyorum: Herkes bildiğini okuyor!
KUTSAL KUSUR YAKLAŞIMI
Anlatı formlarını, gene kültür belirliyor. Bugünlerde rakipsiz duran, Aristoteles’ten yadigar; giriş-gelişme-sonuç ya da kriz-mücadele-çözüm yerine doğuda çok farklı olan formlarla hikayeler anlatılıyor. Japonlar, Kishotenketsu formunda “ki” (karakterler) “sho” (olaylar) “ten” (diğerlerinden bağımsız şaşırtıcı olaylar) ve ketsu (yoruma açık bağlam) ile birey merkezli kesin çözümlü bir hikaye yerine belirsizliğe izin veren kocaman bir sorunun peşinde koşar. Tıpkı gerçek hayattaki gibi.
İnsan zihnine dair onlarca veriyi kitabın temeline oturtarak sadece hikayenin değil; düşünmenin, birlikte davranmanın, yaşamı kurgulamanın, bilincin, bilinç dışının ve çocuğun da “ne”liğine değinen Storr, son bölüme eklediği Kutsal Kusur Yaklaşımı’nda, okurla birlikte çalışıp modelini test ediyor. Michael Carleone (Baba filmi) neyken neye dönüşüyor, niye dönüşüyor, o dönüşürken hikaye nasıl çalışıyor, okur nerede eğleşiyor geniş odaktan izliyoruz.
Dipnotların kitabın içine serpilmeyip metni yeniden hatırlatacak anahtarlar olarak sona eklenmesi, muhtemel hatalar için okurun davet edilip peşinen ona teşekkür edilmesi kitabın ve yazarın son olgun dokunuşları.
Hikayemiz olmasa neye yararız?