25 yıldır sanatsal üretimini sürdüren ve eserleri Türkiye’nin yanı sıra Almanya, Fransa, Çin, Burkina Faso ve Meksika gibi birbirinden çok farklı özelliklere sahip ülkelerin meydanlarını süsleyen bir sanatçı Ayla Turan… Son dönemlerde özellikle, bembeyaz çocuk heykelleri ile tanınan sanatçı, “Eserlerimin her birinin öyküsü var. Her eser, altta bir hikayeyi anlatıyor” diyor.
SÖYLEŞİ: SENUR AKIN BİÇER
Oyun oynayan, kitap okuyan, elindeki uğur böceğini hayranlıkla izleyen çocuklar… Heykeltıraş Ayla Turan’ın’ın bembeyaz çocuk heykellerinin her biri bize, bakana kendi çocukluğunu hatırlatıyor sanki… Eserleri, ilk görüşte hemen anlaşılabilecek yalınlıkta gibi görünürken altta, katman katman farklı açılımları da beraberinde getiriyor. Herkesin ve her şeyin keskinleştiği, köşelerini sivrilttiği bir dünyada, yuvarlak, pürüzsüz, köşesiz ve yumuşak görünümlü figürleri önümüze seriyor.
25 yılı aşkın süredir sanatsal üretimini sürdüren Ayla Turan’ın heykelleri Türkiye’nin yanı sıra Almanya’dan Macaristan’a, Güney Kore’den Burkina Faso, Çin ve Meksika’ya çok geniş bir coğrafyada kamusal alanları, meydanları süslüyor. Sanatçı eserlerinde mülteci sorunu gibi toplumsal olayları da gözlemleyerek çocuksu bir gözün naifliğiyle ele alıyor ve eleştiriyor. Çalışmalarını Maslak Atatürk Oto Sanayi Sitesi’ndeki atölyesinde sürdüren, büyük boyutlu heykelleri açık alanlarda yapan Ayla Turan ile söyleşimiz geçmişten bugüne ve geleceğe uzanan bir köprüye dönüştü. Yalın ve içten cümlelerden oluşan sohbetine sıcacık kahkahalarını da ekleyen sanatçının yanından, “En kısa sürede yeniden görüşmek dileğiyle” ayrıldım. Şimdi sizleri bu güzel söyleşiyle baş başa bırakıyorum…
Öz geçmiş bilgileriniz 1973 Almanya Hamburg doğumlu olduğunuzla başlıyor. Babanızın gezgin ruhu sayesinde ülkemizin birçok yerinde yaşadığınızı anlatmışsınız. Ayla Turan olma yolculuğunuzun çocukluk döneminden bahseder misiniz?
Türkiye’ye döndüğümüzde ben yedi yaşındaydım. O ilk yıllar Çatalca’da, Büyükçekmece’de geçti. Babam ilginçti, aklına eser, “Aaa burası güzelmiş” derdi, biz kalkar oraya yerleşirdik. Aslında Almanya’ya gidişi de bu gezgin ruhu ile olmuş. Burada Şişli’de çiçekçi dükkanı varmış. Sonra “Ben bunları bırakıyorum” deyip önce Avusturya’ya, oradan Almanya’ya çalışmaya gitmiş. Orada da kaynakçılık yapmış, gemilerde çalışmış, işi de iyiymiş. 16 yıl Berlin’de, Hamburg’da yaşamış, annemle evlenmişler, bir sekiz yıl da öyle kalmışlar Almanya’da. Sonra dönmüşler, 1980 İhtilali zamanları. Evde kitapları sakladığımız zamanlar. Anlam verememiştim çocukken. Büyüdüm, şimdi anlıyorum neden sakladığımızı(!). Bambaşka bir hayata başlamışız Türkiye’ye dönüşte. Renkli televizyondan gaz lambasına geçiş… Almanya’da kalsalardı nasıl olurdu bilmiyorum. Belki orada da sanat okuyacaktım, bilmiyorum.
BABADAN GEÇEN TUTKU
Çocukluğunuz nasıl geçti?
Biz ailece Türkiye’ye dönünce babam yeniden çiçekçilikle ilgilendi. Lüleburgaz’da biri vardı, “Gel bir gün, seni götüreyim” dedi babama. Gittik, babam orada sera kurdu. Ama biz, hiçbir Allah’ın kulunu tanımıyoruz. O zamanlar, 11 – 12 yaşlarındaydım. Çok zayıf ve çelimsiz bir çocuktum. Ben de sanırım babama yardım edeyim, gözüne gireyim isteğiyle, “Çiçek satayım” dedim. “Olur” dediler onlar da. Koluma boyum kadar glayölleri takıp çiçekçi kız gibi satardım. Bankaya giriyorum mesela, “Çiçek almak ister misiniz?” diye. Onlar da alıyor; muayenehane, banka ne olursa dolaşıp çiçek satıyorum. Bir gün çiçeklerin hepsini satmışım, paraları cebime doldurmuşum ama yol boyunca sevinçle koşarken onlar dökülüyor. Ardımdan sesleniyorlar “Dur, paraların düşüyor” diye.
Sizi beslemiş böyle bir çocukluk.
Bunlar çok önemli detaylar aslında. Bütün bu anılar, hepsi bunlarda (çocuk heykellerini işaret ediyor) var.
Heykel okumaya nasıl karar verdiniz?
Sanat hep vardı hayatımda. Evde aralıksız resim yapıyordum, babam gemiler oyardı ahşaptan. Bizde, hangi eve taşınırsak taşınalım, salonun ortasına bir örtü serilirdi. Babam bir kütük getirirdi; tutkallar, testereler, zımparalar… Günlerce sürerdi onun gemi yapımı. Her evin bir köşesini ayırdı kendisine. Hep bir atölye vardı yani hayatımda. Hatta benim atölyemin ilk aletlerini babam getirdi. Onun vazgeçişi, benim başlangıcım oldu gibi geliyor bana bazen. Bence babamdan geçti bana o yontma tutkusu.
Liseden mezun olduğumda herkes benim sanatla ilgili bir meslek seçeceğime emindi ama yaşam kaygısı nedeniyle para da kazanabileceğim bir iş olsun diye öneriler hep daha bilindik işlerdi. “Tekstille ilgili bir iş yap” diyorlardı mesela. “Bak bir fabrikaya girersin, iş bulman daha kolay olur” diye yönlendiriyorlardı beni. Peki, ya sanat? “Ressam olup ne yapacaksın” diyorlardı. Benim de Güzel Sanatlar Fakültesinde sınavlara girerken yazdığım bölümler grafik, tekstil ve endüstri ürünleri tasarımı idi. Okulun kapısından girdim, girişte (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi) Nike heykeli vardır. Öylece kaldım ben, heykeli görünce. Hemen tercihlerimden birini silip heykel bölümünü yazdım.
O kadar anlık bir karar, benim heykel bölümüne girmem. Çünkü ne bir heykel atölyesi görmüşüm o güne kadar, ne “Ben heykeltıraş olacağım” düşüncesi vardı kafamda. Okula giriş sınavlarına hazırlanırken lisedeki resim öğretmenim -hala görüşüyoruz, şimdi arkadaşım oldu- Fadime Tomar, hiç bıkmadan usanmadan, sabırla uğraştı benimle. Sonunda heykel bölümünü kazandım ve 1992’de başladım okula.
Bir de çocukluğumdan şöyle bir anı var; Çatalca’da oturduğumuz evin alt katında camcı vardı. Onun cam macunlarından alıp küçük heykeller yapardım. Çatalca’daki cam macunları ile yapılan heykellerle başlamış kariyerim… Çocukluğumda marangoz atölyelerine bayılırdım. Ama gerçek bir heykeltıraş atölyesine gideyim, göreyim (bu fırsatım), hiç olmadı!
ÇOCUK UMUT DEMEK BENİM İÇİN
Son dönemdeki pırıl pırıl, bembeyaz çocuk figürleri ile daha geniş kesimler tarafından tanındınız. Çocuk dünyasının sosyolojik, teolojik, psikolojik ve kültürel bağlamlarını sorguluyorsunuz. Neden çocuk, neden beyaz, diye sorsam…
Benim yaptığım tüm yüzler, böyle. Okul döneminden itibaren böyle. Hatta ilk yaptığım çocuk, 1993’ten, öğrencilik zamanımdan. Taş çalışmaya başladığımda bunu yaptım. (Eserini gösteriyor.) Benim çocuk sevgimle – o dönemki hormonlarımın etkisi belki – sanırım. Çocuk sahibi olmadım. Ama o dönem, taşın içinde bir cenin heykeli yapmışım. Bir arkadaşıma vermişim. Ödünç aldım tekrar ondan. Yıllar geçti. Bu çocukları yapmaya başladım. Elbette, arada birçok başka çalışma yaptım, en son bu seriye dönüştü yeniden. Ve hatırladım; okulda bunu yapmıştım. Fotoğraflara bakarken fark ettim ki bir başlangıç imiş o heykel, cenin olarak yapmışım. O, orada beklemiş. Çocuk, umut demek benim için. Beyaz renk de masumiyet, saflık. Hatta başlangıçta cinsiyetsiz olarak yapıyordum.
Ayaklar da Heidi’nin ayaklarına benziyor. Onun ayakları da köleliğe dikkat çekmek için çıplaktı. Sizin eserlerinizde bu bağlantı var mı?
Aslında hepsinin birbiri ile ilgisi var. Heidi’nin ayaklarının da köle çocuklara dikkat çekmek için çıplak olduğu biliniyor. Köle çocukların tanınması için ayakları çıplak olurmuş. Aslında çıplak ayak bir yandan da özgürlüğü simgeliyor şimdi benim heykellerimde.
TRAVMALARIMI SARMAK İÇİN
Bu çocukların her biri sizin kendi çocukluğunuzdan kareler, değil mi? Her bir eserin aynı zamanda kendi çocukluğunuza bir selam gönderme, belki de kendi yaralarını da sarma yolculuğu olduğunu söylemek yanlış olur mu?
Yine böyle konuşurken ortaya çıkan bir anım var… Ben çok hayvan beslerdim çocukken. Dere kenarından kurbağalar toplardım, tırtıl besliyordum evde. Bir uğur böceğim vardı. Ona şeffaf bir kutu yaptım. Odalarını yaptım, yazdım, kapılar yaptım. İçine yosunlar koyuyorum, besliyorum onu ama aslında hayvan orada hapis! Nereye gitsem yanımda götürüyorum o zamanlar. Bayağı uzun süre yaşadı öyle. Yine Çatalca’ya dönüyoruz otobüsle. Otobüsün koridorlarında yeşil halı olurdu, hatırlar mısınız? O otobüste de öyle bir halı var koridorda. Bir ara baktım uğur böceğim yok. Delireceğim! İnmemize de az kalmış. Ben otobüste ortalığı ayağa kaldırdım, kıyameti koparıyorum. İnerken gördüm; o yeşil halının üzerinde, yerde, biri üzerine basmış. Travmaya bakın! Benim uğur böceğim öyle şehirlerarası otobüste hayata veda etti. Bir uğur böcekli çocuk heykeli yaptım onun anısına. Sevimli bir heykel gibi. Ama altında ne travmalar var. Bu da aslında kendi çocukluk travmalarımızı sarma konusuna geliyor biraz.
Bütün süreçte sizin bu kadar özgür ruhlu bir çocuk olmanıza izin verilmiş.
Evet, kedi buluyorum getiriyorum, dolabıma saklıyorum, gece vakti ses geliyor. Herkes ayakta… Evde herkes alışmıştı bu hallerime. Bir de taklit yeteneğim vardı, gün içinde sürekli gözlemliyorum her şeyi, akşamları gösteri zamanı.. Güldürüyordum evdekileri. Bütün bunlara karşın, içe dönük bir yapım da vardı. Biraz çekingen bir çocuktum.
SANATTA SİPARİŞ OLMAZ BENCE
İçe dönüklük bazen de etrafta aynı ilgiye sahip insanların bulunmamasından olabiliyor. Yani tırtıl besleyen kaç çocuk olabilir ki! Eserlerinizi nasıl yapıyorsunuz? O süreç nasıl gelişiyor?
Ben sipariş üzerine yapmıyorum eserlerimi. Her birinin öyküsü var. Sipariş olduğunda işin sanattan çıktığını, özgünlüğünü kaybettiğini düşünüyorum.
Heykellerimi sevenlerin bazen kendi çocuklarının çeşitli özelliklerini yapmamı istedikleri oluyor. Olmaz çünkü benim için bir şey ifade etmesi gerekiyor. Buradaki eserler benim için bir şey anlatıyor, (eserin) benden çıkıyor olması lazım. Sanatta sipariş olmaz. Sanatçı olarak özgün ve kendine ait bir şeyi yapıyorsan onu hissediyorsun. Her eser, senden bir hikayeyi anlatıyor çünkü.
Türkiye’de alana özel projeler çok yapılamıyor maalesef. Buraya şunu yapsam ne güzel olur, diye düşündüğüm zamanlar oluyor. Şu anki çalışma yöntemimde, heykelimi tasarlıyorum üretiyorum, sonra -her zaman olmasa da- yerleşeceği doğru alanı buluyor. Galeride bir sergi açacaksam serginin yapılacağı alanı düşünmem lazım. Galerinin mekanına göre düşünüp yapmam gerekiyor.
FARKLI KÜLTÜRLERDE ORTAK BİR DİL
25 yılı aşkın süredir sanatsal üretiminizi sürdürüyorsunuz. Ve heykelleriniz Almanya, Fransa, Macaristan, İsrail, Letonya, Güney Kore, Dubai, Mısır, İtalya, Hindistan, Suriye, Burkina Faso, Çin, İsveç ve Meksika gibi dünyanın çok farklı noktalarında, farklı toplumların kamusal alanlarını süslüyor. Sanatseverlerin üzerinde nasıl bir etki bırakmak istiyorsunuz?
Hep pozitif etki bırakmak istiyorum elbette. Konu ne kadar negatif olursa olsun o konuyu yoğurup biçimlendirip yine insanların mutlu hissedeceği haliyle ortaya koymak istiyorum. Zaman zaman sevmezlerse diye düşündüğüm de oluyor. Gelsin, dokunsun, çocuklar üzerine çıksın, onunla bağ kursun istiyorum.
Hope (Umut) adını verdiğiniz heykelin çeşitli versiyonları birçok ülkede sergileniyor. Bu duyguyu tarif etmenizi istesem neler söylersiniz?
Aldığım yorumlar çok iyi hissettiriyor. İnanılmaz güzel bir şey. ABD’den, Japonya’dan yazıyorlar. Çok farklı kültürlerde sanat yoluyla ortak bir dil yakalamış oluyorsunuz.
Pandemiden söz etmeden olmaz. Sanıyorum sizin Tehlikeli Oyunlar sergisi açı lışınız tam pandemi başlangıcına denk gelmişti ve online bir açılış gerçekleştirdiniz. O süreci biraz anlatır mısınız?
PG Art Gallery’de açılacaktı sergi. Açılışa hazırlanmıştık büyük bir heyecanla. Tam pandemi sürecinin başıydı ve birden her yer kapandı. Biz de gerçek bir “online” sergi açılışı yapmak istedik. İnstagram’dan canlı yayınla eserlerimi anlattım. İzleyicilerden çok güzel tepkiler geldi. Çok heyecanlıydım. Açılışımız 21 Mart 2020 tarihindeydi. O zaman tabii daha pandemiyi, etkilerini, kapanmanın ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Sergi galerinin internet sitesi ve sosyal medya hesapları aracılığıyla ulaştı sanatseverlere. İlk online sergiyi yapmış olduk.
HEYKELLERİM GÜLÜMSETSİN İSTERİM
Biraz da sanatsal üretim sürecinize dair konuşmak isterim. Nasıl çalışıyorsunuz? “İlham” süreciniz nasıl? Nelerden besleniyorsunuz? Ardından heykellerinizi ortaya çıkarma dönemi nasıl işliyor?
Genelleyerek ona hayat diyorum, hayattan ilham alıyorum. En başından bu yana hep gözlemliyorum. Fark etmeden hep bir sorguyla bakıyorum; o nasıl, bu nasıl diye. Bir de komik biriydim çocukken. Komik bir şeyler bulup evin neşesi olurdum. Hep gözlem aslında. Küçük şeyleri fark etmek üzerine, esprili bir şekilde ele almak. Hep mizah tarafıyla ele alıyorum.
Sanatın, hayata neşe katan tarafı da çıkıyor bu sözlerinizden. Dramdan değil sadece.
Evet, aslında çok dram konusu da var. Bir mülteci çocuk heykelim var mesela. Elinde megafon olan bir çocuk. Aylan bebeği başka bir sanatçı farklı yorumlayıp koyabilir ama ben o çocuğu megafonla yapıyorum. Her heykelin hikayesini, çok acıklı da olsa açık açık anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü zaten etrafta o kadar çok negatif şey var ki bir şey daha koymak yerine, onları yoğuruyorum. İnsanlar yine bakınca bir düşünsün algılasın ama ilk baktığında gülümsesin istiyorum.
Gülümseyerek onu iyileştiriyor aslında… Bu yönüyle, hem sanatçı hem de onu izleyen, gören, deneyimleyen kişiler, sanatseverler açısından sanatın iyileştirici gücü hakkında neler söylersiniz?
Aslında o bir terapi gibi. Atölyemde olmak bana çok iyi geliyor. Taş çalışıyorum mesela, sonra geliyorum, “Çok iyiyim arkadaşlar” diye. Yani herkese faydası oluyor. (İçtenlikle gülümsüyor.) Rahatlıyorum.
Peki, işin alıcı yönünde olan sanatseverler için neler söylemek istersiniz?
Çocuk heykelleriyle ilgili çok iyi yorumlar, geri bildirimler geliyor. Sanırım çok kolay geçiyor o samimi duygu. Atölyeme gelip heykeli eline aldığında duygulanıp ağlayan oldu mesela. Sonra ben de başladım ağlamaya. Çok güçlü duygusal bağ kuranlar oluyor. Eserleri seyretmekten mutlu olduğunu, iyi geldiğini söyleyenler var. Bunları duymaktan mutlu oluyorum.
Şahmeran 34 projesi nasıl gelişti? İstanbul’dan önce Mardin’de başlayan bir projeydi yanılmıyorsam. Bu iki şehir arasındaki sanatsal bağ nasıl kuruldu? Kenti süsleyen şahmeran heykellerinin yolculuğu nasıl devam edecek?
Bu projenin benzerleri farklı ülkelerde de yapıldı ama Mardin olunca oraya özgü bir sembol “şahmeran” seçilmişti ve tasarımını benim yapmamı istediler. Mardin’de yapılacaktı, sonsuzluğu işaret etmesi için 88 tane olacaktı, farklı disiplinlerde sanatçılara dağıtılacaktı, onlar kendilerine göre bu şahmeran heykellerini boyayacaktı, açık artırmayla satılacak bu eserlerden elde edilen gelir de okul yapımına destek olacaktı. Ben de o dönemde Siirt’te bir köy okulu için kütüphane kurmaya yönelik proje için çalışıyordum. “Tamam” dedim, “Yapalım”. Hiçbir maddi beklentim olmadan heykelin tasarımını yapmaya başladım ama araya pandemi girdi, proje iptal oldu. Sonra İstanbul’da yapılması için girişimlerde bulunuldu ve burada başladı. Projenin adı da buradan geliyor. 34 sanatçıya dağıtıldı şahmeran heykelleri. Onların yaptığı eserlerin satışından elde edilecek gelir de kız çocuklarının okutulmasında kullanılacak. Bunun da ayrı bir anlamı var benim için.
ŞAHMERANIN HİKAYESİ
Şahmeran figürü benim için çok farklı bir anlam ifade ediyor. İnsanlığın ihanetini anlatıyor bana göre. İnsanlar evine, duvarına asıyor şahmeran resmini; ihaneti hatırlamak için mi diye düşünüyorum. Sizin için şahmeranın ne anlam ifade ettiğini merak ettim.
İhanet, ilk aklımıza gelen. Bu projedeki figürde de tasarımını yaparken kendi yorumumla formlarını ortaya koydum. Negatif duyguları pozitife dönüştürdüm yine. Projede benim açımdan güzel olan, 34 şahmaranı 34 sanatçının kendi tarzlarında yeniden yorumlamasıydı. Bambaşka yorumlarla ilginç bir deneyim oldu benim için.
MERMER ÇOK GÜÇLÜ BİR MALZEME
Hep hüzünlü bir yan görüyordum ve ihanet hikayesi olarak bakıyordum. Hatta sumi-e yapıp Japonya’ya götürmüştüm. Orada sergide anlatırken de hayli hüzünlendiğimi hatırlıyorum… Sizi sosyal medyadan takip etmek bile heyecan verici. Bir Mersin’de oluyorsunuz bir Thassos Adası’nda… Bu yoğunluğun üstesinden nasıl geliyorsunuz, merak ediyorum doğrusu.
Mersin’de de Thassos’ta da güneş altında, açık havada çalışmak çok güzeldi. Zaten kapalı alanda mermer çalışmak mümkün değil. Marbella’ya gönderilecek bir heykeldi. Bütün malzemelerimizi, aletlerimizi doldurduk arabamıza, Thassos’a gittik. Mermer atölyesinde çalışmaya başladık. Yaptığımız işin her anını, süreci sosyal medyada paylaşmak büyük ilgi çekti. O duyguyu da anlattık aslında bu eserde. Instagram o işe yaradı bende. Tam olarak 12 gün gibi bir çalışma süresinde tamamladık. Yorgunluktan taşın üzerinde uyuyacak hale geldiğim oldu.
Mermer çok zor bir malzeme.
Evet, çok zor bir malzeme.
Peki, hiç zaman zaman niye bunu seçtim diyor musunuz?
Hayır, hiç demiyorum. Aksine çok mutluyum.
Daha önce farklı malzemelerle çalışmışsınız. Mermerin ne farkı var onlardan?
Okulda mezun olduğum bölüm, Taş Atölyesi. Metal malzemeyle çalışmayı da seviyorum. Metal üretimi teknik olarak mermerden daha kolay; böyle bir atölyede bile kocaman, 4 metrelik bir heykel yapabilirsiniz, kısa sürede. Mermerde yontmak falan daha işin hamallığı gibi biraz ama birebir çalışıyor olmak, onun zımparasını yapmak bana gerçekten terapi gibi geliyor. Bir de üç dört senedir pandemi nedeniyle taş çalışma fırsatım olmamıştı. Atamamıştım üzerimden onu. O iyi geldi. Mermeri çalışırken, o gücü hissediyorsunuz, güçlü bir malzeme. Mermer, çıkarıldığı bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Yapısı her yerde farklı. Bazen beklenmedik sürprizlerle karşılaşabiliyorsunuz. Riskli biraz.
Önümüzdeki döneme dair projeleriniz neler?
Sanırım biraz dinleneceğim. Ama bilinmez tabii… Yeni çalışmalar da tam böyle, dinleneceğim derken ortaya çıkabiliyor.
Bize ayırdığınız zaman ve içten sohbet için çok teşekkür ederiz. Dilerim en kısa zamanda yeniden bir araya geliriz.
Ben de bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim. Dileğinize katılıyorum, en kısa zamanda yeniden buluşmak üzere…