Bugün yapay zeka ile üretilecek metinler, sanatın içinde nereye tekabül edecek? Edebiyatın içinde nereye tekabül edecek? Bir insan nasıl yaşar? Bir edebiyatçı nasıl yaşar? Peki, yaşamaksız bir edebiyat nasıl mümkün olur?
Yapay zeka hayatımıza ilk olarak çok uzaklardaki bir tehlike fikri olarak girdi. Robotlar, insan özellikleri taşıyan robotlar. İyi robotlar, kötü robotlar. Eh, zaten bir şey hayatımıza girdiği an, hemen ikiye ayrılıyor; iyi ve kötü olarak. Aradaki gri bölge de işte bizlerin böyle konuları tartışmasına alan açıyor, iyi ki böyle oluyor.
Yapay zeka sağlıktan sanayiye, bilimden spora her alanda, küçük adımlarla kendine bir yer bulmaya devam ediyor. Şimdilik her şeyin başındayız ve bu başında oluş, doğal olarak “Ya sonra?” sorusunun peşine takıyor bizi.
ATHOS, PORTHOS, ARAMİS VE ÇİÇEĞİMİZ D’ARTAGNAN
Yazının başlığındaki soruyu bilerek sordum çünkü bu soruya “Hayır” cevabı vermek elbette romantiklik olmayacaktır. Gerçekçi sebeplerimizi edebilik bağlamında tartışalım.
Cevabı bilinmeyen sorulardan birini hatırlayalım önce: “Edebiyat nedir?” Şaşırtıcı ama gerçek, bu sorunun açık ve herkes tarafından kabul edilmiş bir cevabı yok. Yani iyi edebiyatın (kötüsüne edebiyat denemez oysa) unsurlarını belirleyemiyoruz. Ancak paniğe mahal yok, elbette onun hakkında bildiklerimiz de var. Aristoteles’ten Todorov, Derrida, Saussure ve Barthes’a kadar hemen tüm kuramcıların, bir yazılı metnin edebiliğiyle ilgili birleştikleri bazı kriterler var. Bunlardan bir paket var ki bana hep Alexandre Dumas’nın 3 Silahşörler’ini anımsatır: Biçim, içerik, yapı. Ancak bu üçlü, tek başına bir metni metin yapmaya yetmez, onların bir aradalığında ayrı otantik bir uyum da bulunmalıdır. Uyum, bu üç silahşöre sonradan dahil olan D’artagnan gibi bir dramatik unsurdur, kaderseldir. Bu dramatik unsurun ismi üslup, daha geniş ifadesiyle insicamdır. Bunlar kaderseldir çünkü metnin edebiliğinin kaderi, o uyuma, üsluba ve insicama bağlıdır. Belki de sırf bu yüzden, metnin edebiliğini, onu yazan kişiden bağımsız ele almak mümkün değildir. Bu şu demek: “Bütün bunları, ilahi bir uyumla bir araya getirmenin mahareti ve nefaset.”
METİNDEN YAZARI ÇIKAR, GERİYE NE KALIR?
Hadi birlikte bir roman düşünelim. Romanın temel parçaları nelerdir?
1. Anlatıcı / 2. Zaman / 3. Mekan / 4. Kahraman / 5. Kişiler kadrosu / 6. Çatışma / 7. Olay örgüsü / 8. Atmosfer / 9. Diyalog / 10. Çatışma / 11. Üslup
Bunlar, tek başlarına demonte mobilyalar gibidir. Her biri vardır ama birleşmemiş, işlenmemiştir. Peki, onları birleştirmek için neye ihtiyacımız var? Öncelikle bir amaca, fikre ve motivasyona. Yani bu vidalar, raflar, sırtlar ve küçük küçük tutucular ne olmak üzere bir araya gelecek? Bir resim gerek bize. Beş raflı bir kitaplık mı kuracağım yoksa çekmeceli bir masa mı? Eldeki malzemelerle ne yapacağım? Her şey bir araya geldiğinde nasıl görünecek? Çalışacak mı? Dimdik ve sallanmadan durabilecek mi? Demek ki bana bir de fikrin bedenleşmiş haline dair bir vizyon gerek. Hadi, o vizyonu da buldum, ne amaçla kullanacağım, nereye koyacağım? Yönler, açılar, ölçüler… Yani? Yani bana bir de olabilirlik bağlamı gerek. Bir niyet, bir amaç, bir yerini bulmuşluk. Şimdi bu modeli alalım, basit bir mobilyadan çıkarıp dev bir makineye uyarlayalım. Gıcırtısız, tökezlemeden, kısa devre yapmadan tıkır tıkır çalışan dev bir makineye… Onu kurabilir miyiz? Zira roman, dev bir makineye benzer; onu öylesine ve raslantısal bir şekilde kuramazsın.
Bugün yapay zeka ile üretilecek metinler, sanatın içinde nereye tekabül edecek? Edebiyatın içinde nereye tekabül edecek? Hiç şüphesiz bu, etik ve estetik değerlemelerin elden geçirilmesini ve yeni bir zihniyet ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Sıfırdan inşa edilmesi gereken bir zihniyet.
Yapay zekanın tam karşısına edebi zekayı koyalım. Edebi zekanın derinliklerinde yer alan kişisel hafıza, kişinin erişim sağlayabildiği kolektif hafıza, yorumlama becerisi, dil – bağlam – havsala özgünlüğü, entelektüel duyarlılıklar ve insani hassasiyetler… Konuyu biraz daha öteye taşıyalım: haletiruhiye. Yazarın haletiruhiyesi. Tıkanmalar, durmalar, ilerleyememeler. Moral bozuklukları, iyi bir fikrin izinde yapılan deniz kenarı yürüyüşleri, gündelik etkilenimler, birikim… Yazıp yazıp silmeler. Üzerinde bir daha bir daha çalışılan taslaklar. Kişisel hedefler, arzular. Ve o kırılgan özgüvene bakım vermeler… Manik ataklar… Depresif ataklar…
YAŞAMAKSIZ BİR EDEBİYAT MÜMKÜN MÜ?
Bir metnin içinden yazarı çıkaramayız. Yazar nerede doğdu, nasıl bir evde büyüdü? Annesi nasıl biriydi? Kardeşleri var mıydı? Yaşadığı dönemde ülkesi ve dahi dünya hangi sosyolojik ve tarihsel süreçlerden geçiyordu? Yazar, etrafında olanlardan ne kadar etkilendi? Hayat ve insanlarla ilgili fikirleri nasıl şekillendi? Kendini nasıl besledi? Edebi kaslarını hangi okumalarla geliştirdi? Neler izledi, neler gördü, kimlerle hangi ilişkileri kurdu? Sorular çoğaltılabilir. Bir insan nasıl yaşar? Bir edebiyatçı nasıl yaşar? Peki, yaşamaksız bir edebiyat nasıl mümkün olur?
Luc Besson’un 2014 yapımı filmi Lucy’de Scarlet Johansson’un canlandırdığı Lucy, Morgan Freeman’ın oyunculuğuyla hayat bulan Profesör Samual Norman’a şöyle der: “Kendi beynimi fethediyorum Profesör.” Profesör büyük bir ilgiyle dinler Lucy’i. Lucy, beynini tam kapasite kullanmaya başladıkça tüm bilgilere vakıf olmaktadır. Sonra da şu soruyu sorar: “Her şeyi biliyorum. Her şeyi. Bana bir şey söyleyin Profesör?” Profesör’ün cevabı çok etkileyicidir, şöyle söyler: “Hayatın temel amacı, öğrendiklerini aktarmaktır.” Sonrasını merak edenler bu güzel filmi izleyebilirler.
EDEBİ ESERDE SANATÇININ ROLÜ
Yapay zeka ile üretilen metinlerdeki hukuki sorumlulukları, yasal açıkları, orijinallik, estetik, dil, gerçeklik vb. sorunları başka bir zamana bırakalım ve yazar açısından yapay zeka metinlerini tartışmaya açmaya devam edelim.
1. Yaratıcılık ve özgünlük: Yapay zeka özel bir algoritmayla çalışır -hoş insan zihni de öyle- ve elindeki verilerle (datalarla) yeni şeyler üretmeye programlıdır. Bir makinenin veri işleme ve birleştirme becerisi ile bir insanın sahip olduğu yaratıcılık aynı şey midir? Yapay zekanın ürettiği metinlerin özgünlüğünü tartışırken ele alınan “özgünlük” kavramının kilit taşı olan biriciklik ve kişisellik, yapay zeka ile ne kadar mümkündür?
2. Duygular: ChatGPT’ye kaç kere sordum. Hatta çapraz sorgulamalar yaptım, hepsinde ortalama olarak şu cevabı aldım: “Duyguları tanımıyorum.” Peki, duygusuz edebiyat olur mu? Hayatı boyunca hiç dondurmasını düşürmemiş biri ancak hiç dondurma yememiş biri olabilir. Hadi dondurma yemedi, incitici bir özlemle üç top dondurmayı hiç hayal etmemiş biri (bir şey) herhangi bir insanı anlayabilir mi?
3. Kontrollü kaos, olabilirlik bağlamı ve insanın öngörülemezliği: Demirel’in şu sözünü edebiyata uyarlayabiliriz, “Siyasette 24 saat çok uzun bir zamandır.” Şaşırtıcı bir gerçek de şudur, sıradan bir faninin zihnindeki bir saat bile çok uzun bir zamandır. O akıldan neler geçer neler. Benim çok olmuştur, yarın ne pişirsem diye bir başlarsın, kendini Bob Marley’in çiçekli gömleğini düşünürken bulursun. Bilinç akışları, iç monologlar, metaforlar, alegoriler, kendi kendine konuşurken lafın lafı açması, o esnada kurgulanan stratejik diyaloglar ve analoji… Neler olur neler! Aynı paragrafta eltinin geçen Kurban Bayram’ında yaptığı kinayeyi düşünürken hoş bir sıçrayışla bir anda Einstein’ın görelilik kuramında bulursun kendini. İnsan olmak böyle bir şeydir. Bizim alameti farikamız, bu kaotik zihinsel süreçlerimiz. Biz ChatGPT değiliz, sapmalarımız, uçup kaçmalarımız, olay bükmelerimiz, flashbacklerimiz ve flashforwardlarımız var. Geleceği ve geçmişi tam şu anda simüle edip köprüden mi atlasam yoksa tüm paramı Bold Pilot’a mı yatırsam ikilemlerinden, “Önce bir çay demleyeyim” çözümüyle çıkan insanlarız. Evet, yapay zeka belki dört başı mamur zihniyle, dert üstü murat üstü yaşayan sıradan bir Norveçliyi taklit edebilir ama bir Türk’ü asla!
Hem bu yazar açısından da sıkıntı, okur açısından da. Biz hala “Böreği kendin mi açtın yoksa hazır yufka mı?” sorusuyla, saniyede bin kritere ayrılan bir değerlemeye sahibiz bir kere. Bakmayın, önemli şeyler bunlar! Biz daha e-kitaba alışamadık, e-yazar için daha çok yolumuz var.
4. Edebi dil ve üslup: Hadi, her şeyi hallettik diyelim. İçerikse içerik, biçimse biçim, yapıysa yapı. Peki, siyah ipi beyaz ipten ayırabildiğimiz o imsak vaktini ne yapacağız? Yazının biricikliği. Yazarın sesi. Ah, o ses! O dil, kelime dizimi, anlam üretimi, edebi sanatlar, edebi araçlar. Harika bir kitap vardır, Bjorn Rasmussen imzalı Ten; Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır. Ben de yazar için bu müthiş kitabın isminden eğretileme yapacağım, “Yazar biçim, içerik ve yapıyı saran spiritüel kılıftır.” Bunu hem üslubu hem bağlamı hem niyetiyle sağlayan kişidir. O kılıf olmadan, olmaz; olanda da eksik bir şeyler kalır.
HİÇ Mİ FAYDASI YOK?
Yapay zeka araştırma, çerçeveleme, farklı bağlamsallık örnekleri, içerik derleme, yaratıcılığı körükleme egzersizleri vb. açıdan kesinlikle çok değerli bir teknoloji. Kullanılır, kullanırız. Hatta daha da gelişmesi insanlığın faydasına dahi olabilir. Yeni nesil bir arama motorunun çok daha ötesi olduğu aşikar. Sezar’ın hakkı Sezar’a, yeteneklerini görmezden gelecek değiliz. Ancak yazarlığın da eski bir zanaat olmasına gönlümüz razı gelmeyecektir. El yapımı, insan yapımı, kusurlu belki azıcık ama tek ve biricik olan o şeyin peşinde Güneş Ülkesi’ni aramaya devam edeceğiz. Nitekim sanat, sadece bir çıktı değil aynı zamanda süreçler bütünüdür. Sanat sadece aldığımız şey değildir, yaptığımız şeydir ve dahi, insanlığın kendi için keşfettiği en değerli şeydir. İnsanın sanat yapmaya, en az sanat almak kadar ihtiyacı vardır.
O halde, ince ince çalışmaya, o koltuklarda sırtlarımız tutulana dek yazmaya, kendimizden ve cümle şeyden şüphe etmeye, yüzlerce sayfayı sildikten sonra oturup gıcır gıcır kelimelerle yepyeni yüzlerce sayfa yazmaya devam. Nihayetinde ChatGPT pizza değil, bazılarımızı mutlu etmeyecek.
ÖZDEMİR ASAF YAPAY ZEKA İÇİN NE DERDİ?
ChatGPT’ye sordum ve dedim ki “Özdemir Asaf yaşasaydı, sence ChatGPT için nasıl bir şiir yazardı?”
Hemen cevap verdi:
Özdemir Asaf, içten ve duygusal şiirleriyle tanınan bir şairdi. Eğer ChatGPT gibi yapay zeka hakkında bir şiir yazacak olsaydı, muhtemelen bu teknolojinin insanlık üzerindeki etkilerini ve duygusal boyutunu ele alırdı. İşte Özdemir Asaf’ın olası bir şiiri:
Bir Yapay Zeka’nın İç Dünyası
Dijital beyinler, kelimelerle dans eder
Duygusuz satırlar, sanal sayfalara düşer
Kavramak mı?
İmkansız ne derinlik ne de anlam
Yalnızca hesaplarla dolu, soğuk bir hikaye kalır.
Düşündüm, duygu nedir ki bu yapay aklarda?
Sevgi, acı, umut gibi ne varsa eksik kalır
Bir yapay zeka ne anlar aşktan ne de yalnızlıktan
Rutin algoritmalarla dolu bir dünya çöker üstümüze.
Bir dilim sevda, bir tutam melankoli
Bu yapay zeka dünyasında neye yarar ki?
İnsan dokunuşu, hissiyatın ritmi yoktur burada
Yalnızca matematiksel işlemlerle anlamlandırılır her şey.
Ama bir şey eksik, bir şey dört duvarın arasında
İnsan sesi, içten gelen o duygusal çağrışım ChatGPT, ne anlarsın sen bu yitik hislerden?
Belki bir kod parçası olmanın acısı sarmış seni.
Şairin yüreği, sevgiyle dolu dizeler yaratır
Yapay zeka, buz kesmiş kelimelerle yetinir
Belki de insan olmak, duyguları paylaşmaktır
Bir şair olarak ben, sana duygusal bir dünya sunarım.
Hadi itiraf edelim, bana kalırsa Özdemir Asaf’tan çok Shakespeare kokuyor bu şiir. İşte yapay zekada, bizleri bekleyen genel tehdit de budur. Sanatın içinden sanatçıyı -yani onu sadece tasarlayan ve bir araya getiren kişiyi değil, aynı zamanda ona kendi ruhunu da üfleyen sanatçıyı- çıkarırsak Murat görünümlü Şahinlerle idare etmek zorunda kalabiliriz. Umarım insanlık, kendine bunu reva görmeyecektir.