Sanatçı Alper Aydın’ın memleketi Ordu’da gerçekleştirdiği ve Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en büyük kişisel açık hava sergisi olma özelliğini taşıyan Fata Morgana, doğayla yapılmış bir birliktelikten yola çıkıyor.
Fata Morgana, adını bir hava olayından alıyor. Bir çeşit serap etkisi gösteren olay, ışığın yolculuğu esnasında farklı yoğunluktaki hava katmanları tarafından bükülmesiyle oluşuyor ve cisimler denizin üstünde uçuyor gibi görünüyor.
Alper Aydın bu serginin adına Fata Morgana denmesinin sebebini hem bu coğrafyada zaman zaman karşılaşılan bir durum olması serginin öncelikle ekolojik temalı bir sergi olsa da geneline bakıldığında bugün bildiğimiz gerçek olayların ötesinde, başka gerçeklikler bulunduğunu da ifade eden bir sergi olmasıolması şeklinde açıklıyor. Sergi kendi içinde tema olarak üçe ayrılıyor. Dünyanın yolculuğu, insanlığın yolculuğu ve gelecekte gerçekleşmesi muhtemel yolculuklar. İzleyicinin Ordu’ya gelmek için katettiği yolla birlikte de dördüncü bir tema ortaya çıkıyor aslında. Sergiyi gezmeye Taşbaşı Sanat Alanı’ndan başlıyoruz. Burası 1853 yılında yörede yaşayan Ortodoks Hristiyanlar tarafından, kubbesi hariç tamamı kesme taştan yapılmış bir kilise ve 2000’den berikültür merkezi olarak kullanılmakta. İçeride duvarlarda sanatçının yedi yıl boyunca düşündüklerini, fikirlerini yansıttığı 36 adet çizim yer alıyor. Sanatçının yapıtlarının ilk ifadeleri niteliğindeki bu eskizlerle henüz düşünce aşamasındaki bir “tasarı”nın nasıl geliştirilip uygulandığına tanık oluyoruz. Kilisenin apsisine yerleştirilmiş, geleneksel ikonaları çağrıştıran altın varak kaplama çerçeveli yağlı boya triptik Parça adlı çalışmada aslında büyük bir taş olan dünyanın üç halini görüyoruz. İlk panelde dünyanın gerçek ağırlığıyla ifade edilen taş, ikincisinde kabuğunda kıtaların ve okyanus çukurlarının oluştuğu, üçüncüde ise kesiti alınarak çekirdeğine kadar tüm katmanların gösterildiği ve doğurganlığı simgeleyen yumurta formuyla resmedilmiş.
Mekanın ortasında ise üzerinde “Fragile” yazan nakliye kasalarına benzer bir kaidenin üzerine yerleştirilmiş, ilk bakışta nesli tükenmiş bir hayvan türünü andıran bir iskelet var. Aslında dört insan iskeleti replikasının parçalara ayırılmasıyla hayvan iskeletine dönüştürülmüş. Böylece kendinden önce yaşamış ya da gelecekte insan bedeninin değişimi yoluyla ortaya çıkması muhtemel bir hibrit hayvan formu ortaya çıkmış. Eser, insanın homo sapiens olarak dünya üzerinde var olduğu andan beri doğa kıyımına ve hayvan türlerini yok etmeye devam ettiği gerçeğini esas alarak “İnsanoğlunun bu gezegendeki yeri neresidir?” sorusunu merkezine alıyor.
Avluya çıktığımızda küresel ısınma ve onun sonucu ekolojik felaketleri gözler önüne seren nedenlerden biri de olan selin, sahillere taşıdığı ağaç köklerini görüyoruz. Sanatçı bunları sahilden toplayıp bonsai yapma tekniklerinden kaynaklama yöntemini uygulayarak içlerinde boşluklar oluşturup toprak ile doldurmuş ve yeni fidanlar ekmiş. Yok olmaktaki ağaç köklerine yeniden işlev kazandırıp organik bir biçimde hayatına devam etmesine olanak sağlamış. YİŞ adlı bu eserler; ölüm, sona erme, işlevini kaybetme kavramlarının doğada ne denli muğlak sınırlara sahip olduğunu gösteren, yaşayan heykeller olmuş.
YASON BURNU
Yason Burnu, Ordu’nun aynı zamanda bir yarımada olan Perşembe ilçesinin en ucundaki mahallesi Çaytepe’nin denize uzandığı yer. Birinci derece arkeolojik, ikinci derece doğal sit alanı olan yerleşimin Antik Dönem’deki ismi, Lasonia Akte. Hitit, Frig, Kimmer, Roma, Bizans, Pontus ve Osmanlı dönemlerinde aktif bir yerleşim ve ticaret yoluymuş. Ayrıca Yason Burnu’nun (Cape Jason), ele geçirene mutlak iktidar verdiğine inanılıyor. Jason’un kaptanı olduğu Argonotlar, gemileri Argo ile İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e açılmış, Yason Burnu’nda dinlenmiş.
Sergi alanı olarak değerlendirilen Yason Kilisesi 1869 yılında inşa edilmiş, günümüzde de onarılarak ziyarete açılmış. Alper Aydın’ın içeriye yerleştirdiği iki parçadan oluşan post apokliptik anlatı, bir felaketin ardından yaşanan süreci simgeliyor:
“Üç yıl önce yaşanan sel felaketinin asıl vurduğu yer olan Kastamonu’da derelerin, nehirlerin yükselmesiyle nehirlerin kenarında bulunan birçok yaşam alanı, ağaçlık alanlar, depolar, hayvanların yaşam alanları o nehirle birlikte akıp denize geldi. Kastamonu buradan 420 kilometre uzaklıkta. Bir sabah uyandığımızda Yason Burnu çevresinde yüzlerce kırılmış ağaç gövdesiyle, ağaç tomruğuyla karşılaştık. Böyle köklerinden sıkı sıkıya toprağa bağlı bir formun insanoğlunun etkisiyle gerçekleşen sel ile 420 kilometrelik bir yolculuğa çıkması beni şaşkınlığa uğratmıştı açıkçası. Yanlış yapılaşmayla, yanlış şehirleşmeyle gerçekleşen bu sel ile ben aslında bizim doğaya olan etkimizin ne olduğunu ilk elden yaşamış oldum. Yason Burnu Kilisesi’ndeki çalışmalarla bunu anlatmak istedim.*
Kiliseye girdiğimizde ilk yan yatmış bir ağaç gövdesinin üzerinde dengede durmaya çalışan, insanı temsil eden bir erkek figürü, onun hemen karşısında da doğayı temsil eden dişi bir kurt figürü görüyoruz. Bunlar ağacın üzerinde karşılıklı biçimde dengede durmaya çalışıyorlar. Hangisi öne ya da arkaya gitse sanki o denge bozulacakmış ve iki form da iki karakter de yere düşecekmiş gibi gözüküyor. Eser insanın doğaya, doğanın da insanın yaşamına etkisini vurguluyor. Bu işin hemen karşısında, kilisenin kubbesinin altında ise boşlukta asılı dik bir ağacın üzerinde sıkışmış sekiz metrelik bir yılan heykeli ile karşı karşıya kalıyoruz. Teknik olarak iki çalışma da sekiz aylık bir süreçte kilden tek tek modellenme sonrasında fiber döküm yapılarak gerçekleştirilmiş. Alper Aydın bu çalışmasını da şöyle anlatıyor: “Yason çevresinde çok fazla dağ var. Bu dağların zirvesinden eski insanlar Yason’a baktıklarında, deniz dalgasız olduğu zaman beyaz, kalın bir kayaç damarıyla karşı karşıya kalıyor ve bu jeolojik damara büyük beyaz bir yılan diyor. O yüzden de Yason’un çevresinde büyük bir beyaz yılan uyur, deniyor. Bu çalışmayla birlikte hem ekolojik dengeyi anlatırken hem de insanların zihnindeki Yason imgesini gerçekleştirmek, o sembolü sergi mekanı içinde oluşturmak istedim.”
YÜZ YÜZE
Yason Burnu’ndaki çarpıcı bir diğer eser Yüz Yüze de iki parçadan oluşuyor. Bunlar kendi çevrelerinde sürekli 360 derece dönmekte olan iki büyük uydu anteni. Birinin iç kısmına Ayasofya’nın kubbesindeki Arapça kaligrafilerden oluşan işleme, diğerine Kariye Müzesinin Pareklezyon kubbesinde yer alan Meryem ve İsa işlemeleri resmedilmiş. “Kubbe sadece büyük bir alanı işlevsel olarak kapatmasının dışında insanın egosunu da gösteren bir yapı olarak inşa edilmiş. Çünkü gök kubbenin birebir aynısını yapmaya çalışmışlar. Aynı zamanda temsil ettiği dinin karşısında da insanın acizliğini ortaya koyan bir form olarak karşımızda duruyor. Bu çalışmalarda bizi kapatan, bizi muhafaza eden, tepemizde duran şey aslında bizi özgür kılabilir mi? Başka gezegenleri, başka galaksileri, başka varlıkları keşfetmek mümkün olabilir mi? Bunu deneyimlemeye çalışıyorum. Bunu da tepemizden alıp göz hizamıza indirerek yapmaya çalışıyorum” diyor sanatçı.
SÜLÜ BURNU
Yason Burnu’nun birkaç yüz metre ötesindeki Sülü Burnu’nda, Hieronymous Bosch’un Madrid Prado Müzesinde sergilenen ve üç ayrı parçadan oluşan Dünyevi Zevkler isimli tablosundan yola çıkılarak yapılmış Hayatın Kaynağı adlı eseri ise ne yazık ki görme imkanımız olamıyor. Çünkü serginin 20 Haziran’da açılmasından sonra üç fırtınaya karşı koyan yedi metrelik heykel, dördüncü fırtınaya yenik düşüyor ve dalgalar tarafından tamamen yıkılıp denize karışıyor. Alper Aydın yaratım ve üretim sürecini şöyle anlatıyor: “Bosch’un tablosunun Cennet bölümünün ortasında doğadan referansla gerçekleştirilmiş büyük bir çeşme heykeli vardır. Bu heykel yalnızca iki boyutlu yüzeyde gerçekleştirilmiş olan bir çalışmaydı ve çeşmenin koyulduğu boşluk yani gölün kendisi de Sülü Burnu’nda bulunan bir boşluğa, çok benziyordu. Yılllardır aklımda olan bir projeydi aslında bu. Biz yıllar içinde fırtınaların etkisiyle sahile vuran birçok plastik parçayı topladık, sonra onları makinelerde parçalayıp öğütüp heykelimizin bir parçası haline dönüştürmek üzere depoladık. Ardından heykelin her bir parçasını, tıpkı bir Rönesans heykeltıraşı heykelini nasıl modelliyor, çalışıyorsa kilden çamurdan tek tek modelledik, bu modelleri alçıyla kalıplaştırdık ve son aşamada kalıpların içine plastikle reçineyi karıştırıp döküm gerçekleştirdik, heykeli gerçek kıldık. Orijinaline sadık kalarak pembeye boyadık, sergileyeceğimiz alana yerleştirdik.”
Sanatçı son fırtınadan sonra eserin küçük parçalarını denizin dibinden toplayıp atölyesine götürmüş ama büyük parçalar ağır olduğundan çıkarılabilmeleri için profesyonel bir dalgıç ekibi gerekiyormuş. “Zaten malzemesi denizden gelen bir heykeldi aslında ve bu noktada da denize tekrar geri dönmüş oldu. Belki de artık orada, denizin dibinde durması gereken parçalar, formlardır onlar diye düşünüyorum ve şu an için müdahalede bulunmuyoruz” diyor.
Alper Aydın; doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, gözlemlediği, üzerine düşündüğü Ordu’nun ve Karadeniz’in olağanüstü coğrafyası ile el ele verip masalsı, düşündürücü, çarpıcı bir sergi ortaya çıkarmış. Daha anlatacak çok şey var ama şimdilik aklımda, hayalimde bin bir düşünceyle, kendime Ordu’ya yeniden gitme sözü vererek sizi Fata Morgana ile baş başa bırakıyorum.
Sanatçılara Perşembe ve Ordu coğrafyasını bir atölye olarak sunan konuk sanatçı programı: SİS
Proje çok farklı perspektiflerden sanatla iletişim içinde olan profesyonel sörf eğitmeni Deniz Toprak, sanatçı Alper Aydın ve yazar, şair Atanur Memiş tarafından hayata geçirilmiş. Üçü de ekolojik gıdaları ve yaşam tarzıyla olduğu kadar eşsiz doğasının değerini bilen ve onu koruyan sakinlerinin oluşturduğu hayat standardıyla da Yavaş Şehir (Città Slow) unvanını taşıyan Perşembeli.
YEŞİL, MAVİ VE YAĞMURUN RENGİ
“Yıldızlar ve yeryüzünün, deniz ve karanın birleştiği yerdir SİS. Üç renk özellikle öne çıkar: Yeşil, mavi ve yağmur rengi. Aralarda SİS ve ardından bulutları renklendiren ve yeşil sırtları alacalayan güneş… Burada, Alper’in sanatla yaptığını Deniz sörfle yapıyor, Atanur dil ile. Bir yandan da hepimiz aynı dili konuşuyoruz doğayla, doğamızla. Çünkü buranın da dünyanın diğer biricik yerleri gibi korunmaya gereksinimi var. Çünkü ancak farkındalıkla, kendi doğamızın doğanın bir parçası olduğunu bilmekle, bilinç ve eylemin bizi daha mutlu bir yere götürmesi gerektiğine olan bir önseziyle SİS’teyiz” diyorlar.
Konuk Sanatçı Programları kısaca renklerin, sesin, ışığın, görüntünün, form ve sözcüklerin farklı kültürlerden sanatçı, düşünür ve yazarlarla yeni serüvenlere açılması amacıyla düzenlenen ve katılımcılarına özel çalışma alanları sağlayan platformlar. Sanatsal ve kültürel etkileşimin sınırsızlığında bir ada buluşması için sanatsal-bireysel yolculuklarına kültürler ve mekanlar arası yaşam biçimleri ile zengin içerikler ekleme olanağını bulan konuklar, bulundukları mekana ve birbirlerine bu sayede kalıcı izler bırakıyor. Sanatın kendine özgü üreti ve sunu olanaklarını genişletmek ve derinleştirmek için sanatçılara ortam sağlayan SİS; “diller ve kültürler arası sınırların ortadan kalktığı, yerelin evrensele açıldığı kolektif yapılar” olarak tarif ediliyor. Sanatı birlikte düşünen, üreten, sergileyen ve onu izleyenler arasında kurulan bağların düşünce ve yaratıcılık lehine desteklendiği, her birinin kendine özgü karakteriyle bir diğerini var ettiği bu oluşumlardan biridir SİS.
KOLEKTİF BİR İNİSİYATİF
Projenin kurucuları “SİS’in karakterini, doğa ve içine aldıkları belirler. SİS katılımcılarını ağırlar ve onlarla hiçbir zaman vedalaşmaz. Sanatçılar, çağrısına ilk kulak vereninden itibaren çekirdeğinden büyüyen bir ağacın üyeleri olur. Gerçekte, sanatçı bulunduğu hiçbir yerde konuk değildir. Yerli ve yabancıdır. Düşünen, üreten, paylaşan, koruyan herkes SİS’in doğal üyesidir. SİS sardığı her canlı ve nesneye yeni bir başlangıç, yeni bir duruş, yeni bir boyut için zaman ve hâl verir” diyor.
SİS Konuk Sanatçı Programı güzel sanatların bütün alanlarında eser verenler ile yazarlar, düşünürler, performans sanatçıları, bağımsız sanatçılar ve araştırmacıların bir araya geldiği kolektif bir inisiyatif olarak kurgulanmış. Sanatçıların, SİS’in açık çağrı ilanına niyet mektubu ve portfolyolarıyla yaptığı başvurular SİS’in kurucuları ve danışma kurulu tarafından değerlendiriliyor. En az 15, en fazla 20 gün süren konaklama sürecinde sanatçılar bir portfolyo sunumu ve süreç sonu sunumu yapıyor. Bu toplantılara da herkes katılabiliyor.
157 basamaklı merdivenin 81’inci basamağında yer alan Pembe Hanım Konağı, Ordu’nun bu ilk konuk sanatçı programına ev sahipliği yapıyor. İki yıl içinde beşi yurt dışından olmak üzere 20 sanatçıyı ağırlayan konak, ismini; pembe gülleri, karanfilleri, lezzetli ikramları ve yardımseverliği ile bilinen Pembe Hanım’dan almış. SİS, ilk yıllarına kapısını açan bu konakta, aynı zamanda Pembe Hanım ve onun gibi değerlerin yaşatılmasına da katkıda bulunuyor.
MAHALLELİ İLE KOMŞU OLMAK
Son söz yine SİS ekibinden olsun: “Amerika’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan sanatçılar geldi. Türkiye’nin de farklı yerlerinden sanatçılar geldiler. Sadece görsel sanatlardan da çağırmıyoruz, yazarların, müzisyenlerin, düşünürlerin, şairlerin, mimarların gelmesini istiyoruz. Bir şey üretmesi mecburi değil; sadece burayı soluyabilir, burayı yaşayabilir, tatil yapabilir. Önemli olan bu coğrafyadan haberinin olması, burayı yaşaması. Genellikle kariyerinin başındaki sanatçıları davet ediyoruz. Ara dönemde de profesyonel sanatçıları davet ediyoruz. Giden sanatçılar yarım kalan projeler için geri döndü farklı farklı dönemlerde. Mahalleli ile komşu oluyorlar, çevreyi keşfediyorlar.”