Yeşilçam filmlerinin “dürüst, vefakar aile babası” rolüyle zihnimize kazınan Münir Özkul ile oyuncu Suna Selen’in kızı Güner Özkul, oyunculuk, mankenlik, grafikerlik ve seslendirme sanatçılığı gibi birçok alanda akla gelen bir isim. Meslek seçiminden aile ilişkilerine kadar birçok konu hakkında konuşurken söz babasına geldi elbette: “Benim babam çok uzun bir süre hasta ve yatalak durumda kaldı. O süreçte artık orada yatan kişi benim babam değilmiş gibi geliyordu bana. Ve babamı rüyamda gördüğüm zaman hep filmlerdeki haliyle görüyordum.”
Güner Özkul, başarılı bir oyuncu ve seslendirme sanatçısı. Münir Özkul ve Suna Selen’in kızı. Münir Özkul, dürüst, vefakar aile babasının ortak hafızamızdaki yüzüydü. Güner Özkul ile yitip gitmesinden üzüntü duyduğumuz değerleri, sanatçı bir ailede yetişmenin ona kattıklarını, anne ve babasının bugün saygıyla anılan meslek yaşamlarını ve bugünün şartlarını konuştuk. Bu vesileyle de bir kez daha Münir Özkul’u ve kuşağının saygıdeğer tiyatro sanatçılarını andık.
“HAİN KADIN, DÖVME BABAMI!”
Geçmişi düşündüğünde, hatırına gelen ilk anılardan bahseder misiniz? Sanatçı bir ailenin çocuğuydunuz; bunun etkilerini hissediyor muydunuz?
Annem babam tiyatrocu olduğu için sürekli turneleri oluyordu. Beni anneannemle dedem büyüttü. Annem, 1971 yılında Pamuk Prenses ve 7 Cüceler filmiyle Altın Portakal kazanmıştı. İstiklal Caddesi’nde oturuyorduk. Anneannem beni Alkazar sinemasına annemi izlemeye götürdü. Fakat biz yanlışlıkla annemin oynadığı filme değil de Walt Disney’in çizgi filmine gitmişiz. İşte hatırladığım ilk film Walt Disney’in Pamuk Prenses’i bu sebeple.
Bir de annemi, babamı tiyatroda gördüğüm günü hatırlıyorum. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyununda annemin babamı şakşakla dövdüğü bir sahne var. Daha sonra o rolde Ani İpekkaya oynuyordu ve babamı dövüyordu. Beni de “Bak çocuğum, biz işte bu işi yapıyoruz” diye tiyatroya götürmüşler, en öne oturtmuşlar. Tabii babamın dayak yediğini görünce “Hain kadın, dövme babamı!” diye seyircilerin içinde cıyak cıyak ağladığımı, bağırdığımı ve beni apar topar içeri götürdüklerini hatırlıyorum. Sahne, tiyatro ve sinemayla ilgili ilk anılarım bunlar.
Çocukluğunuzda annenizi, babanızı sahnede, beyaz perdede gördükçe oyunculuğa heves ettiniz mi?
Hiçbir zaman okulda sürekli gösterilere çıkan her şeye hevesli, istekli bir çocuk olmadım. Tabii ki okul müsamereleri vardı. Onlarda da üzerime ne kadar görev düşüyorsa onları yapan biriydim. Ama seslendirmeye mesela çok meraklıydım. Çocukken skeçler yazar, bir teybe konuşur, öbür teybe sesimi değiştirirdim.
DOKUZ YAŞINDA FİLMLERİN DUBLAJLARINA GİRERDİM
Annenizin, babanızın film setlerine gidiyor muydunuz?
Dokuz yaşımdan babamı setlerde ziyaret etmeye başladım. Filmlerin dublajlarına da girerdim. Yıllar sonra Kanat Tibet’le karşılaştık. Kartal ağabeyin (Kartal Tibet) oğlu. “Lale Film Stüdyosunda biz seninle böyle duvarın dibine çöküp dublajları izliyorduk” dedim. Çıt çıkarmamaya çalışıyorduk. Bu şartla bizi stüdyonun içine alıyorlardı. “Oturun orada, sesinizi çıkarmayın” diyorlardı. O zamanlar Saadettin Erbil, Vala Önengüt, Gülen Kıpçak, Hayri Esen yani böyle isimleri dinleyerek büyüdüm.
Peki, sahneye ve kamera önüne ilk çıkışınız ne zaman, nasıl oldu?
Sahneye ilk çıkışımla, kamera önüne ilk geçişim aşağı yukarı aynı zamanlara denk geliyor. 1979 yılında İbiş’in Rüyası adlı bir TRT dizisi çekiliyordu. Sırrı Gültekin’di yönetmeni. İlk kamera deneyimini bu filmle yaşadım. Şimdi mesela Meşrutiyet Caddesi’ndeki Union Française binasının önünden her geçişimde duygulanırım. Kızım Süreyya’ya “Bak burası benim ilk kamera karşısına geçtiğim yer” diye gösteririm. Orada çektiğimizi hatırlıyorum.
O sıralar babam, Fatih Şehir Tiyatrosu’nun sanat yönetmeniydi. Ve ben de hafta içi yatılı okuduğum için hafta sonları da hep babamın yanında tiyatroya giderdim. Tiyatroda gençlerden oluşan gönüllü çocuk oyunları ekibi vardı. Gençler dediğim insanlar, şimdinin Ragıp Yavuz, Eray Özbal, Şükrü Türen, Semah Tuğsel gibi isimleriydi. Bu isimlerden birkaç yaş küçük biri olarak onlara çok heves ederdim. Onların dibinden ayrılmazdım. Tabii, o zamanlar politik olarak karışık bir dönemdi. Sağ ve sol kendi içinde bölünmeler yaşıyordu. Özellikle sol bin parçaydı. Ve oyunculardan biri; “Ben sizle aynı fraksiyondan değilim. Sizin olduğunuz oyuna çıkmayacağım“ dedi. Bu, tiyatro disiplinine hiç uymayacak bir hareketti ve oyuna gelmedi. Bana “Sen çıkacaksın” dediler. Nasıl çıkacağım? Olur mu öyle şey? Ben çıkamam, dedim. Çıkarsın, dediler. Ben o zamanlar da boylu posluyum. 1.75’lik boyumla 1.53’lük kadının elbiselerine sığmaya çalışıyorum. Dekor o kadının boyuna göre yapılmış. İlk sahneye çıkışım böyle oldu. Tabii ki sonra biri bulundu. Ama beni de atmaya kıyamadılar. “Sen bizi kurtardım. Bundan sonra halay ekibimizle ol” dediler. Ben böylece Şehir Tiyatrolarında gönüllü çocuk oyunları ekibinde tiyatroya başlamış oldum.
Tiyatro ve sinema deneyimi yaşamış olmanıza rağmen lisans eğitiminizi grafik alanında yapmayı neden tercih ettiniz?
Yatılı okuduğum için tiyatroyla ilgilenmeye pek vaktim olmadı. Ama Akademi’ye gitmenin hayalini hep kurdum. Bir gün Akademi’ye gideceğim, ressam olacağım, diyordum. Orta ikide de grafiker olmaya karar vermiştim. Çünkü o zamanlar grafik revaçta olan bir işti. Ayrıca babamın arkadaşı olan Mengü Ertel’i çok seviyordum. O zamanlar Milliyet Sanat bizim eve çok alınırdı. Dergide olimpiyat için afiş yarışması vardı. Kendimce kağıda bir şey çiziktirdim. Mengü Ertel üçüncü oldu. Bir baktım benim çizdiğim afiş neredeyse birebir birinciliği kazanan Japonların afişiyle aynı. İşte o zaman kesinlikle grafiker olacağım, dedim ve grafiği hedefledim.
ANNEME İNAT GRAFİKER OLDUM
Meslek seçiminize ailenizin tepkisi nasıl oldu?
Annem hep “Hata yapıyorsun kızım, senin oyuncu olman gerekiyor” diyordu. Annem hem konservatuar mezunu hem Akademi’de Bedri Rahmi Atölyesindendi. Babam bana karşı daha yumuşak yüzlüydü. Annemle hep didişirdim. Biraz da anneme inat grafiğe gittim. Fakat içimde hep aslında annemin de biraz haklı olduğuna dair bir duygu kaldı. Ama babam Güzel Sanatlar’da okumamdan çok hoşnuttu.
Grafik eğitimi alırken mankenliğe nasıl başladınız?
Harçlık için yarım gün grafikerlik yaptığım bir reklam şirketinde sekreter “Güner bak, manken arıyorlarmış. Tam da bizi arıyorlar” dedi, seçmelere katıldım. Vakko defilesiydi. Çok süslü kızlar vardı. Vakkocular hiç suratıma bakmadılar. Ama koreograf Fransızdı ve “Sen geç bu tarafa” diyerek beni seçti. Mankenlik hayatına sırf harçlık için başladım. Fakat şunu anladım. Aslında sahne üstünde olmakla, manken olmanın duygu olarak hiçbir farkı yok. Tabii ki tiyatro çok daha değerli. Tiyatro bir sanat… İnsanın bilgi birikimine, kültürel donanıma sahip olması gerekiyor. Mankenliğin zaten geçici bir iş olduğunu biliyoruz. Sanatsal açıdan, içerik açısından iki işi kıyaslamıyorum. Ama sahne üstünde olanla, icra eden kişi olmanın hissettirdiği duygu açısından hiçbir farkı yok. Aynı heyecan, aynı teşhircilik duygusunu tatmin etme… Mankenlikte başarılı olmaya başlayınca sahneyle ilgili eksikliğini hissettiğim duygular tatmin olmaya başladı. Uğurkan Erez’le daha çok çalışıyordum. Koreograf olarak bana işimde çok yardımları olmuştur. Uğurkan Erez’in danışmanlık ya da halkla ilişkiler olarak da hizmet ettiği bazı şirketlerin grafik işlerini de birlikte yapıyorduk. Dolayısıyla kendi mesleğimi de yapıyordum.
Çok sevdiğiniz ve kararlı olduğunuz halde daha sonra grafikerliğe neden devam etmediniz?
Dijitale geçişe ayak uyduramadım. Yaptığımız işin, birdenbire insanların iki tuşa basarak “Onu ben de yaparım, ne olacak” dediği bir hale gelmesi, beni bu işten epey soğuttu. Zaten mankenlikte yol almaya başlamıştım. Aşağı yukarı 12 yıl boyunca mankenlik yaptım. Bu arada seslendirme, ufak tefek oyunculuk da devam etti. Bir yerden sonra mankenlik nankör bir iş. Geriden gençlerin geldiği ve doğal olarak tercih edildiği bir alan. O beni bırakmadan ben onu bırakmalıyım, deyip televizyon ve seslendirme tarafına kaymaya başladım. Daha önce ufak ufak başladığım işler, asıl işim halini aldı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Bölümünde yüksek lisans yaptım. Sinema ve Televizyon Bölümünde de sanatta yeterlik yapmaya başladım ve bitmeyen akademik maceram da böyle başladı.
Benzer bir dijital değişim seslendirmede ve sinemada da oldu. Münir Özkul ve Suna Selen, bu alanların en saygıdeğer, en sevilen isimlerindendi. Sinemanın altın çağında çalışırlarken çocuktunuz ve onları sessizce seyrediyordunuz. Sonra analog dönemde seslendirme yaptınız ve zamanla bu alanda teknolojinin getirdiği çalışma değişimleri oldu. Diğer yandan, ülkemizde seslendirmenin geçmişte çok başarılı yapıldığı konusunda herkes hemfikirdir. Örneğin; Laurel ve Hardy’nin Türkçe dublajlı versiyonunu seyrettiğimde Ferdi Tayfur’un diyaloglara yerlileştirme yaptığına tanık oldum. Babanız Münir Özkul, Ferdi Tayfur’la da çalışmıştı. Sizce günümüzde dijitalleşmeyle birlikte seslendirmede yaşanan değişimler oldu mu?
Özellikle babamın, Ferdi Tayfur’un, Adalet Cimcoz’un döneminde yapılan işlerde yerlileştirme görülüyor. Çünkü yerli film izleyicilerine yabancı işleri izletmek için gidilen bir yol. Artık orijinal dublajda yerlileştirme yok, hayatımıza çeviri Türkçesi diye bir şey girdi. “Ben size geliyor olacağım, dönüyor olacağım, yapıyor olacağım, ediyor olacağım”lar. Hepsi çeviri kalıplarından dilimize yerleşen şeyler. Biz böyle konuşmayız. “Yapacağım, edeceğim” deriz. “Yapıyor olacağım” diye bir şey yoktur bizde. Ya da “Müsaitlik durumunuz nedir” deniyor. Böyle bir şey olabilir mi? Müsait misin, değil misin? Bu sorulur insana. “Müsaitlik durumunuz nasıl acaba?” denmez ya da farkındalık, start almak, set etmek. Bu kullanımların hepsi kötü çeviriler sebebiyle günlük konuşma dilimize giren kalıplar.
DİLDE DEĞİŞİMİN PÜF NOKTASI
Dil yaşayan bir olgudur, tabii ki değişecektir. Ama her şeyi bu kadar da kolayca kabul etmemek gerekir. Alternatifini aramak gerekir. Yerli filmde çocuğun “Amcaaa” diye seslendiği adama, orijinalde artık bayım deniyor. Amca dediğin zaman, Türk filmi konuşmuyoruz, o yabancı film uyarısı geliyor. “Ahmet Bey” demiyorsun, “Bay Jack” diyorsun. “Jack Bey” demiyorsun. Artık böyle garip bir tercüme dilimiz var. Küfürlerimiz ona göre. En fazla “Lanet olsun”, “Seni mahvedeceğim” diyoruz.
Babamların döneminde on kişilik sahneye, on kişi birden girer ve tiyatroda oynar gibi onu kusursuz çıkarmaya çalışırdı. Ama bugün öyle bir şey yok. Kişi sadece kendi rolünü konuşuyor, yanında hiç kimse yok. Neye karşılık verdiğinin farkında bile olmadan kayıt akıyor. Sadece kendi rolünü fosforlu kalemle çizilmiş gibi ekranda görüyor. Onları okuyor gidiyor. Ama o konuşmayı bazen başka türlü tonlamak gerekebilir. Seslendirmeci hiç değilse alt repliği, üst repliği okumalı ki o cümle doğru tonlanabilsin. Bir sürü kişi bunu yapmıyor. Ama eskiler bu konuyu çok önemsiyor, hiç atlamıyor.
22 YILDIR SESLENDİRME YAPIYOR
Babanızın veya annenizin bu konuda yorumları olmuş muydu?
Babam, dublaj yapmayı çok sevmeme rağmen senelerce bu işi yapmama karşı çıktı. Babam Türkiye’de de ilk dublaj yapan insanlardan biriydi ama oyunculuğu bozduğunu düşünürdü. Yani sadece sesle oynamaya alışmanın bir çeşit kolaya kaçmak gibi bir tavır geliştirdiğini düşünürdü. Onun için izin vermedi ama en sonunda ben inatla başlayınca tabii ki bir şey demedi. 22 yıldır seslendirme yapıyorum. Hayatımı oyuncu olarak kazanıyorum. Oyuncu ve ses oyuncusu diyeyim. Çünkü seslendirmede de yaptığımız şey aslında oyunculuk.
Şimdi dönüp baktığınızda Münir Özkul ve Suna Selen’in çocuğu olmayı nasıl anlatırsınız?
Çocukken insan diğerlerinden farklı olduğunu anlamıyor. Annesinin babasının bu insanlar olmasının hayatına ne gibi bir fark getirdiğini, fark yarattığını daha mı iyi olduğunu, daha mı kötü olduğunu idrak edemiyor. Çünkü çocukken normalin neyse odur. Çocukluk öyle bir şey ki rutinin bozulduğunda afallarsın. Daha iyiye doğru bile evrilse istemezsin. Yani rutinimizin olması, hep bildiğimiz ortamda olmak, bildiğimiz şeylerin devam etmesi çocuk olarak kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. Değişikliklerden hoşlanmayız. Onların çocuğu olmanın hayatıma ne gibi bir farklılık getirdiğinin farkında değildim. İnsan yaşı ilerledikçe başkalarının onlara gösterdiği hayranlığın ne ifade ettiğini anlamaya başlıyor. Annemle babamla çalışmış insanlarla karşılaştığım zaman, onların çocuğu olmanın ne kadar önemli olduğunu anlıyorum ve ne kadar sevildiklerini, takdir edildiklerini görüyorum. Bu sadece işini çok iyi yapıyor olmakla ilgili bir şey değil. İnsan ilişkileriyle, iş ahlakıyla, başkalarına duydukları saygıyla ilgili. Örneğin; dokuzda bir yere otobüs kalkacak dendiyse ve annem dokuza çeyrek kala hala ortada yoksa “Suna Hanım’a bir şey mi oldu?” diye beni telefonla arıyorlar. Çünkü annem mutlaka yarım saat, kırk beş dakika önce orada oluyor. Orada olmak gerekiyor mu? Ya da madalya mı takıyorlar? Hayır ama böyle görmüşler. Kimseyi bekletmemek, kimsenin işini aksatmamak onlar için önemli.
Annenizin babanızın dönemiyle günümüzü, sanat ortamı, sinema seslendirme şartları açısından kıyaslarsanız neler söylerdiniz?
Eskiden kıdem denilen şeyin çok büyük önemi varmış. Tecrübeye gösterilen saygı, şimdi öyle bir şey yok mesela. Ama yetenek ve beceri, bugün de önemli. Yani kıdemli olup da o kadar saygıyı hak etmeyen birçok kişi de olduğunu görüyorsun. O da bir çelişki yaratıyor. Biz yine eski tedrisattan geldiğimiz için hak edip hak etmediğine dikkat etmeksizin insanlara gerekli saygıyı gösteriyoruz. Ama gençlerde bu yok. Her şey çok hızlı ilerliyor. Çok hızlı çalışılıyor. Kimin saygıyı hak edip hak etmediği düşünülmüyor. Bir oyuncunun belli bir gişesi varsa o zaman ekibe nasıl davrandığı, uyumlu mu uyumsuz mu olduğu, iş ahlakının olup olmaması epey bir müddet göz ardı edilebiliyor. Ama teknik ekip tarafında olumsuzluklar hiç affedilmiyor. İnsanlar çok çabuk gözden çıkartılabiliyor. Çünkü bu işi yapmak isteyen çok kişi var. Herkesin yerine gelebilecek en az onun kadar iyi ya da daha iyi başkaları var. Hızla değişiyor. Hızla evriliyor, sürekli böyle bir metamorfoz içinde. Örneğin; üç sene önce bir dizide ikinci reji asistanı olan bir kızla karşılaşmışım. Üç sene sonra başka bir dizide yönetmen olmuş, “hocam hocam” diye bütün ekip arkasında dolaşıyor. Yani herkes birden “hocam” denilen bir mertebeye erişiyor. Bir işin biri tarafından yapılabiliyor olması “hocam” denilecek bir durumu hak ettiği anlamına gelir mi? Ben bunu kabullenmekte zorlanıyorum. Ama yenilerin umurunda değil. Babam bir gün valizini başka birine taşıtmadı, hep kendi taşıdı. Bir gün bir yere geç kalmadı. Koskoca Münir Özkul, koskoca Suna Selen. Koskoca Ertem Eğilmez her zaman sette ne pişiyorsa onu yedi. Eskinin iş ahlakıyla şimdinin iş ahlakı gerçekten çok çok farklı.
ERTEM EĞİLMEZ’İN DEHASI
Babanızın, Kemal Sunal’ın, Adile Naşit’in oynadığı filmler hala seyrediliyor ve çok seviliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
O filmleri izlerken eski güzel günleri hatırlıyoruz. Hep bir şeylerden feragat ederek ve küçülerek yaşıyoruz. Bir de günümüzün hayat karmaşası içinde değerler çok önemsenmiyor artık. Bu filmlerin hepsinde insanı insan yapan o değerlerin, bizi biz yapan, bir arada tutan, ahlak, sevgi, dürüstlük gibi değerlerin altı gözümüze sokarcasına çiziliyor. Bugün en çok bunların eksikliğini hissettiğimiz için o filmleri değerli buluyoruz. Zaten genel olarak Yeşilçam filmlerinde bunlar hep işleniyor. Bu filmleri bu kadar sevmemizin nedeni bence bu. Ayrıca, giderek daha mutsuz olduk ve eskinin daha iyi olduğunu düşünmeye başladık. Babam ve Adile Naşit’in ayrılmaz bir ikili olarak kabul gördüğü bir dizi filmin bu kadar sevilmesinde Ertem Eğilmez’in dehasının, her birine kolektif olarak çok büyük emek harcanmasının rolü olduğunu düşünüyorum. Ön hazırlık aşamasına çok emek harcanıyordu. Film uyarlama dahi olsa temeli olmayan bir karakter koymadılar. Hikayeye inandıktan sonra aynı senaryo bize göre tekrar yazıldı. İşte adaptasyon budur. Bir filmin aynısını çekmek için bile üç ay senaryo çalışması yapılıyorsa bu çok önemli bir şey. Ben bir oyuncu olarak şunu söyleyebilirim. Ne yapacağını bilmeyen bir yönetmenle çalışmak kadar korkunç bir şey olamaz ve ne istediğini bilen bir insanla çalışmak kadar da mükemmel bir deneyim yok.
Babanız uzun bir hastalık süreci geçirdi. Bütün sevenleri büyük üzüntü duymuştu. Sizin için de çok zor günler olmalı…
Geçen gün “Babil” filmini izledim. Bir sinema yazarı, harcıalem filmler çeken, artık eski pırıltısını kaybetmiş bir sinema yıldızı hakkında olumsuz bir yazı yazıyor. Adam da üzülüyor ve sinema yazarına “Ben dost olduğumuzu sanıyordum” diyor. “Dostuz” diyor yazar. “Niye o zaman bu yazıyı yazdın?” “Çünkü sen gerçeği kabullenemiyorsun. Evet, bugün düşüştesin. Ve bunun için çok içerliyorsun. Ama elli yıl sonra sen artık yaşamıyor olduğunda bu filmlerle hala bir yıldız olarak anılacaksın. Herkes seni bilecek. Bunun değerini bilmiyorsun”. Bu bana çok dokundu, çok etkiledi. Yapılan işlerin hepsi aslında bir çeşit ölümsüzlüğün sırrı gibi. Benim babam çok uzun bir süre hasta ve yatalak durumda kaldı. O süreçte artık orada yatan kişi benim babam değilmiş gibi geliyordu bana. Ve babamı rüyamda gördüğüm zaman hep filmlerdeki haliyle görüyordum. Artık babam yaşıyor mu yaşamıyor mu? Bunu sorgulamıyordum. Babam öldükten sonra hiç ölmemiş gibi geldi. Çünkü filmlerini görüyorum. Hala orada. Yani hiçbir şey fark etmedi gibi benim için. Orada yatan son kişi babam değildi. Filmleriyle tanıyanların bildiği ve sevdiği haliyle benim için de yaşıyordu.