Sanat, ona bir kez olsun temas edenlerin peşini hiç bırakmıyor. Tıpkı Erdem Çolak gibi… Henüz çocukluk çağlarında sanatın farklı dallarına eğilmişken üniversitede bilgisayar mühendisliği eğitimine yönelen Erdem Çolak’ın pusulasının yine sanata dönmesi çok zaman almamış. Şimdilerde resim, video, fotoğraf ve enstalasyon alanlarındaki üretimleriyle adından söz ettiren sanatçı, izleyiciyi sanatın sınırlarını zorlamaya ve yeni ufuklara açılan kapıları keşfetmeye teşvik ediyor. Onun sanat yolculuğu, sadece tuvalde değil, aynı zamanda zihinlerde ve duygularda iz bırakan bir miras olarak kalacak gibi görünüyor.
SÖYLEŞİ: MİNE BİCAN
Erdem Çolak, sıra dışı bir sanatçı ve akademisyen olarak hem akademik alanda üretken bir kariyere sahip hem de sanatın farklı alanlarında etkileyici eserler ortaya koyuyor. Orta Doğu Teknik Üniversitesinden aldığı lisans derecesiyle başlayan akademik yolculuğu, Birmingham Üniversitesinde yüksek lisansını tamamlaması ve Amsterdam Üniversitesinde Kültürel Analizler Okulunda doktorasını almasıyla devam etti. Sanatını İzmir Akdeniz Bienali, Bienalsur, Mamut Art Project gibi önemli platformlarda sergileyen Çolak, kişisel sergilerini de Amsterdam ve Ankara’da gerçekleştirdi.
ODTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği eğitimi alırken sosyal bilimlere ve sanata olan ilgisiyle akademik yolculuğunu değiştiren Çolak, sanatın farklı disiplinlerini bir araya getirerek kendi benzersiz tarzını oluşturdu. Sanatını belirlerken forma dayalı bir yaklaşım benimseyen sanatçı, resmin yanı sıra video, fotoğraf, enstalasyon gibi farklı medyumlardan da yararlanıyor. Çolak, üretim sürecinde eserlerinin ihtiyaçlarına göre malzeme ve teknik seçimini yapıyor. Her eserinde başlayıp biten, kendi içinde tutarlı ancak diğer eserlerle ortaklık göstermeyen duyusal ve biçimsel araştırmaları tercih ediyor. Ankara’daki atölyesinde üretimlerine devam eden sanatçı, atölyenin kendisi için sadece bir üretim mekânı değil, aynı zamanda düşünme ve okuma alanı olduğunu belirtiyor.
SANATIN PİYASALAŞMASI
Ankara’nın sanat ortamını eksik bulan Çolak, kentin kültürel ortamının genel anlamda yetersiz olduğunu düşünüyor. Sanatın geleceğine ilişkin en önemli meselelerden birinin sanatın piyasalaşması ve bu durumun sanatın kendisi üzerinde yarattığı etkiler olduğunu vurguluyor. Piyasanın belirlediği talepler doğrultusunda üretilen eserlerin, sanatın hakiki amaçlarına hizmet etmeyebileceğini ifade eden Çolak, sanatla ilgili düşünme ve felsefe izlerinin azaldığına dikkat çekiyor.
ODTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği eğitimi aldığınız sırada bölümünüzü tamamen bırakıp akademik hayatınızı sosyal bilimlerde, pratik hayatınızı da sanatta sürdürmeye karar vermişsiniz. Sizi bu disiplinlere yönlendiren etmenleri merak ediyorum. Güzel sanatlarda, özellikle de resim alanında üretimlerinizi yoğunlaştırmaya nasıl karar verdiniz?
Hayatımda kırılma yaratan bir olaya bağlı olarak sosyal bilimci ya da sanatçı olmaya karar verdiğimi söyleyemem. Böyle bir dönüşümü nasıl yaşadığım, benim için de hâlâ merak konusu. Ama yıllar sonra geriye doğru baktığım zaman, en azından bazı ögeleri fark edebiliyorum. Çok küçük yaşlardan beri bağlama çalıyorum, dolayısıyla sesle ve şiirle ilişkim çok eskiye dayanıyor. Ortaokul yıllarımda başlayan karikatür merakım da lise yıllarımda ulusal ve uluslararası sergi ve yarışmalara katılmamla perçinlendi. Sanatın bu farklı dallarıyla daha profesyonelce uğraşmam üniversite yıllarıma denk geldi. Karikatürcüler Derneğinin aktif bir üyesiydim. TRT Ankara Radyosu Gençlik Korosu da dahil olmak üzere birçok orkestrada bağlama çalıyordum. Ayrıca bir grup arkadaşımla bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk. Bütün bunların yanında bilgisayar mühendisliği eğitimi alıyordum. Zaman içinde şöyle bir ikileme düştüm. Bilgisayar mühendisliğinin temel motivasyonu, mümkün olabilecek en geniş kapsamlı algoritmayı, mümkün olabilecek en kısa kodlarla yazabilmektir. Bunun tam tersi olan sanat ise sıkıştırılabilecek bir bilgiyi ya da kısaca ifade edilebilecek bir durumu duyumsatabilmek için sayfalarca, notalarca, imajlarca, uzun uzadıya işler. Bu makas açıklığı, bir süre sonra artık katlanılmaz hale geldi benim için. Hikaye, makasın bilgisayar mühendisliği kolunun kırılmasıyla sonuçlandı.
Peki, yeni bölüm tercihiniz nasıl şekillendi?
Hem sosyal bilim merakımı hem de sanatımı besleyeceğini düşündüğüm için mümkün mertebe en geniş sosyal bilim izlencesini sunabilecek bölümleri araştırmaya koyuldum. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümüne öyle başladım. Akademik hayatımı da siyasal olan ile kültürel ve sanatsal olanın kesişim alanları üzerine yoğunlaştırdım. Şu anda da ODTÜ’de görsel kültür, sanat ve politika üzerine dersler veriyorum.
Bir sanatçı olarak sanatınızı, sanat yapma biçiminizi neye göre belirliyorsunuz? Üretim malzemeleri seçerken kendinize nasıl bir yön tayin ediyorsunuz?
Asıl çalışma alanım resim. Benim resimle kurduğum ilişki daha çok forma dayalı; formun belirişi, etrafındaki diğer ögelerle olan ilişkisi, potansiyeli, gözümüze nasıl göründüğü ve bu görünme biçimlerinin çoğaltılmasıyla ilgili. Bir nesne nasıl belirir, bir beden nasıl görülür, bir çevre nasıl var olur sorularına verilebilecek sayısız cevabın duyusal alandaki izdüşümleriyle ilgileniyorum. Bir resmetme dili, bir tarz yaratmaktansa her resimde başlayıp biten, kendi içinde tutarlı ama diğer resimlerimle ortaklık göstermeyen, duyusal ve biçimsel araştırmalar yapmayı yeğliyorum. Bir başka deyişle yaptığım işler aslında bedenin ve doğanın görsel araştırmaları olarak da okunabilir.Güncel bir siyasal ya da sosyal durumla ilgili bir üretim yapmak istediğim zaman bunun disiplini çoğunlukla resim olmuyor açıkçası. Video, fotoğraf, enstalasyon gibi medyumlar bu tür güncel müdahaleler için daha etkili olabiliyor. Dolayısıyla iki ayrı sanat pratiğim var diyebilirim. Biçimin ve materyalin baskın olduğu resimlerim ve içeriğin medyumu belirlediği çağdaş sanat pratiklerim.
ESERİN İHTİYACI OLAN MALZEME VE TEKNİK
Üretim süreci nasıl başlıyor? Süreç nasıl devam ediyor ve sonuca nasıl karar veriyorsunuz?
Az önce söylediğimle bağlantılı olacak şekilde, ben eserin ihtiyaçlarının, sanatçının üretme biçimini belirlemesi gerektiğini düşünüyorum, tersinin değil. Yani ben tekniğin ya da malzemenin ustasıyım, dolayısıyla bundan sonra bütün üretimimi aynı malzemeyle ve sanatsal teknikle sunacağım önermesinin yerine, eserin ihtiyacı olan malzemenin ve tekniğin peşinden gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu fikir doğrultusunda birçok farklı malzeme kullanıyorum. Resimlerimde yağlı boya, pastel, sulu boya gibi klasik materyalin yanı sıra nar ekşisi, soya sosu, mürekkepler, cilalar, macunlar gibi farklı materyaller de kullanıyorum. İlk lekelemelerden sonra yavaş yavaş belirmeye başlayan şeylerin peşinden gitmeyi seviyorum. Resmin ihtiyacı bu anlarda ortaya çıkıyor, el verirseniz vücut bulacak, dünyaya gelecek birtakım ihtimaller bunlar. İhtimaller arasından biri diğerlerine baskın çıktığında doğum gerçekleşiyor. Artık resmin tamamlanması duyusal ve maddesel eksikliklerinin giderilmesine bağlı kalıyor.
Çağdaş sanat alanındaki üretimleriniz nasıl gelişiyor, gerçekleşiyor?
Orada, peşine düştüğüm fikrin hangi araçlarla en yoğun biçimde izleyiciye iletileceği asıl meseleyi oluşturuyor. Örneğin babaannemin kaybından sonra onunla olan ilişkim üzerine bir şeyler yapmak istediğimde, aramızdaki bağı en güçlü biçimde anlatabileceğim aracın hareketli imgeler olduğunu fark ettim ve Sitt Al-Koull (2021) videom böylece ortaya çıktı. Farklı ülkelere yaptığım seyahatler süresince metafiziksel olguların farklı kültürlerde materyal olarak nasıl temsil edildiği üzerine düşünürken böylesi anları bize fotoğraf sanatının en çarpıcı biçimde sunabileceğini hissettim ve İnancın Yapısı (2018-23) fotoğraf serisini ürettim.
EVDEN AYRI BİR MEKANDA ÜRETMEK DAHA FAZLA MOTİVE EDİYOR
Erdem Çolak nerede üretiyor? Eserleri fiziksel olarak nerede var oluyor?
Son üç yıldır atölyem Ankara Ayrancı’da. Amsterdam’da evimle atölyemi ayırdıktan sonra şunu fark etmiştim, evinizden ayrı bir mekanda üretmek sizi çok daha fazla motive edebiliyor. Atölyeme geldiğim zaman sanatla uğraşmaya geldiğimi biliyorum. Diğer şeyler kapının dışında kalıyor. Atölye mekanı benim için sadece sanatsal üretim mekanı değil, sanat üzerine düşünebildiğim, okuyabildiğim bir mekan. O yüzden bir atölyenin yerini hep önemsedim. Ankara’ya taşınırken evimden önce atölye mekânımı tuttum. Çünkü atölye mekânı benim gibi üretim sürecinde ne yapacağını, ne yapması gerektiğini, hangi boyaları hangi biçimlerde kullanması gerektiğini önceden belirlemeyen insanlar için geniş bir imkan sunuyor. Daha çok malzemeye gözüm eriştikçe, ufacık bir dertle karşılaştığımda onu çözebilmek için atölyenin içinde dolandığım zaman, kütüphanemdeki bir kataloğa elimi attıkça gerçekten duyusal yolculuğunuzun zenginleştiğini düşünüyorum.
Ankara’da yaşayan ve üreten bir sanatçı olarak kendinizi kentte konumlandırma biçiminizden bahsedelim mi? Sanatınızla kenti ilişkilendirdiğiniz noktalar var mı? Başka bir kentte üretimleriniz şimdikilerden farklı özellikler taşır mıydı?
Ben kentin kendi üretimimle olan bağını, öncelikle bir izleyici olarak bana sundukları üzerinden okuyorum. Bir başka deyişle kentin sizin oradaki üretim biçiminize katkısı, temelde sizin düşünme biçiminize etkisiyle ilişkilendirilmeli bence. Ankara, öğrenciliğimin şehri. Sekiz yıl burada yaşadıktan sonra yaklaşık altı yıl yurt dışında kaldım ve tekrar buraya döndüm. Ankara bir sanat izleyicisi olarak bana çok fazla bir şey sunmuyor açıkçası. Dolayısıyla Ankara’nın benim üretimimde itici bir etkisinin olmadığını söyleyebilirim. Amsterdam’ın kültürel ortamının bir izleyici gözünden daha tatmin edici olması, kentin mimarisiyle daha doğrudan bir ilişki kurabilmem, atölyeme daha yoğun duygularla girmemi sağlıyordu. Ankara’dan ise atölyeme taşıdığım yoğun bir duygulanım olmuyor.
Tabii, burada şöyle bir şerh de düşmek lazım. Kenti dört başı mamur, statik, bizim ona pasifçe entegre olduğumuz bir şey olarak görmemek gerekiyor. Tıpkı bir renk gibi kent de aslında etrafındakiler ve etrafındaki ilişkiler ağıyla beraber anlam kazanıyor. O yüzden bazıları gerçekten Ankara’yı çok seviyor, Ankara’ya hasret kalıyor çünkü aslında burada hasret edilen şey bütün o ilişkileriyle beraber görünen Ankara. Belki dışarıda uzun süre geçirdikten sonra buraya yeniden gelince, dışarıdaki sanatsal hareketliliği bulamadığım için Ankara’yla esaslı bir ilişki kuramadım, bilemiyorum. Bu durumun eser üretimime nasıl yansıdığını ise yıllar sonra göreceğim sanırım.
Ankara’nın sanat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mekanlar, aktörler üzerinden ele almamız gerekirse Ankara sanat ortamı neye karşılık geliyor?
Ankara’nın kültürel ortamını birçok açıdan yetersiz buluyorum. İzleyici olarak çok fazla tatmin olmadığım için kentle kurduğum ilişki biraz zayıf açıkçası. Bu kadar çok üniversitesinin olduğu, çok sayıda iyi sanatçının yerleşik olduğu bir kentin bu kadar zayıf müzelere, galerilere, kamusal sanat desteğine, sanat fuarına sahip olması üzücü. İstisnalar tabii ki var ama genel durum tatmin edici değil. Bu yüzden de Ankara’nın bilinçli koleksiyonerleri ağırlıkla İstanbul’u takip edip alımlarını oradan yapıyorlar. Ankara sanat ortamı kendi potansiyelini yeterince kullanamıyor bence.