Sanat hukuku alanındaki çalışmaları ve eser sahiplerinin haklarını korumaya yönelik çabasıyla ülkemizde fikri hak kültürünün gelişmesine katkı sağlayan Ünsal Piroğlu, aynı zamanda koleksiyoner kimliğiyle biliniyor. Koleksiyonerlik anlayışının temelini ise Türk sanatının önde gelen isimlerine ait eserlerin toplumsal bellekteki yerinin korunması oluşturuyor.
SÖYLEŞİ: MİNE BİCAN
FOTOĞRAFLAR: DURMUŞ BAYRAM
Ünsal Piroğlu, sanat hukuku alanındaki uzmanlığı ve koleksiyon tutkusu ile Türkiye’nin sanat ve edebiyat sahnesine değerli katkılar sunan bir isim. Sanatın ve eserlerin toplumdaki yerine duyduğu hassasiyet ile sanatın sadece bir ticari meta olmadığını vurgulayan Piroğlu, sanat eserlerini, maddi bir varlık olarak değil, içsel bir mutluluk kaynağı olarak görüyor, koleksiyonerlik tutkusöunun da bu ruhu yansıtması gerektiğini düşünüyor.
Sanat hukuku ve koleksiyonculuk alanındaki derin bilgisi ve tutkusu ile Türkiye’nin sanat sahnesinde önemli bir etki yaratmış olan Piroğlu, aynı zamanda uzun yıllar Ankara Sanat Kurumunun yöneticiliğini yaptı. Türkiye’nin sanat ve edebiyat sahnesine değerli katkılar sağlayan Piroğlu, sanat yazarlığını da sürdürüyor. Bir Zamanlar Ankara ve Sanat Kurumu adlı kitabı; Sincan İstasyonu ve Sanatım dergilerinde yayımlanmış yazılarından derlenerek o dönemin ünlü sanatçı ve edebiyatçılarıyla, edebiyat ve sanat adına yaşanan beraberlikleri konu ediniyor. Çalışmaları, Attila İlhan, Aziz Nesin, Cemal Süreya, Ahmet Erhan, Turgut Özakman, Meriç Sümen gibi Türk edebiyatının önemli isimleriyle bir araya gelerek oluşturduğu zengin içeriğiyle dikkat çekerken sanatseverlik anlayışının ve kültürel birikiminin derinliğini ortaya koyuyor. Pek çok sanatçının sanatı ile ilgili önemli değerlendirmeleri bir araya getirerek oluşturduğu İzler ve İzlenimler adlı kitabında okuyucuları dönem tanığına dönüştürüyor. Özellikle sanatçılarımızın hakları hakkında detaylı bilgi edinebilecekleri Fikri Haklar ve Türkiye isimli kitabından sanat hukuku ile ilgili kapsamlı bilgi edinmek mümkün. Plastik Sanatlar ve Mimarlıkta Fikri Haklar kitabı ise kısa süre içinde meraklılarıyla buluşacak.
Koleksiyonda yer alan ve banka korumasında olan eserleri görmemizi ve fotoğraflamamızı elverişli hale getiren Piroğlu ile hem sanat hukuku hem de koleksiyonerlik anlayışı ve koleksiyonculuğun önemi üzerine konuştuk. Elbette sanat eserlerinin dijitalleşmesi ve yapay zeka konusuna da değindik.
HUKUK SONRAKİ TERCİH
Ünsal Bey, bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Sizinle sohbetimize sanat hukuku alanından başlayıp koleksiyonerliğinize doğru uzanmak isteriz. Sanat hukuku alanında uzun yıllardır Türkiye genelinde çalışmalar yaptınız ve halen devam ediyorsunuz. Bu alana nasıl girdiğinizi ve nasıl devam ettiğinizi öğrenebilir miyiz?
Ben aslında sanat ve edebiyat kökenliyim. Hukuku tercihim sonradan oldu. Avukat olmadan önce Ankara’da lise ve ortaokullarda resim hocalığı yaptım. Hatta lise öğrencisiyken bile küçük bir sergim olmuştu. O zamanki ülkenin ve benim özel koşullarımız nedeniyle sonradan hukuk alanını tercih ettim. Fakat genellikle sanattan, özellikle resimden hiç kopmadım. Her alanda kutsal gördüğüm “eser” kavramının ülkedeki konumu ve durumundan hukukçu olarak rahatsız oldum. Bu duyarlılık içinde eser olgusuna mesleki olarak da yaklaştım. Üye ve yönetici olduğum birçok sanat örgütünde de bu konuda etkinlikler yaptım. Resim alanındaki aktif çalışmalarım azalır hatta sona ererken fikri hukuk alanında derinleşmeye çalıştım. Zira o tarihlerde ülkemiz, bu alanda eğitsel, kültürel, hatta hukuksal özellikle yargısal uygulama alanında çok yetersizdi. Fikri Hukuk dersi ancak bir iki hukuk fakültesinde seçmeli ders olarak vardı. Ülkemizde bu alanda yeterli yayın olmadığı için yurt dışından kitaplar getirterek kendimi geliştirmeye çalıştım.
Bu arada kültür merkezlerinde ve üniversitelerde sürekli konferanslar veriyor ve makaleler yayımlıyordum. Yeni kurulan meslek birliklerinden MESAM’a (Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği) Attila Özdemiroğlu döneminde hukuk müşaviri oldum. Daha sonra da Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden teklif aldım. Orada bu alanda uzunca bir süre hocalık yaptım. Hocalık yaptığım diğer kurum ise Ankara Üniversitesi FİSAUM (Fikri ve Sınai Haklar Araştırma ve Uygulama Merkezi) oldu. Mahkemelerde sürekli bilirkişilik yaparak yargısal uygulamaya da katkıda bulunmaya çalıştım.
Ne var ki ülkemizde fikri hak kültürü olmadığı için eser sahipleri yeterli bilgi ve bilinç düzeyinden uzaktı. Haklarının farkında olmadıkları için hak arama bilinci de oluşmamıştı. O nedenle yargısal uygulama bu alanda gelişemedi. Ama yine de örnek davalar açarak bu duruma müdahale ettim. Ve içtihat oluşturma çabalarımı hep sürdürdüm. O dönem FMR’yi (Hakemli ilk fikri mülkiyet dergisi) kurdum. Buna ek olarak Bilim ve Edebiyat Meslek Birliğini (BESAM) de kurarak çalışmalar yürüttük.
Sanat hukuku kapsamında nelerden bahsedebiliriz?
Sanat hukukunun kaynağı ülkemizde yukarıda değinmiş olduğumuz 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasıdır (FSEK). Ne var ki FSEK, bilimsel ve diğer eser türlerini de kapsayan genel bir düzenlemedir. Sanat eserleri, konumuz bağlamında yasanın en önemli bölümüdür. Yasamız, 1866 Bern Anlaşması’nın 1948 Brüksel Konvansiyonu’na katılmamız sonunda Ernst Eduard Hirsch tarafından 1951 yılında oluşturulmuştur. Yasada sanatın bütün eser türleri yanında bilim ve teknik eserler de düzenlenmiştir. 07/06/1995 tarih 4110 sayılı yasa ve 21/02/ 2001 sayılı – 4630 sayılı yasalarla iletişim teknolojisindeki yenilikler kapsamında bilgisayar programları ve dijital ürünler de yasaya eklenmiştir.
Ülkemizde güzel sanatlar alanında telif hakları çalışmaları hangi doğrultuda ve hangi aşamalarda seyretti?
Telif haklarının gelişmesi bütün dünyada matbaanın bulunması ile başlar. Ülkemizde telif haklarının gelişmesinin gecikmesini 1450 yılında bulunan matbaanın ülkemize 277 yıl sonra (1727 yılında) gelmiş olmasına bağlanır. Matbaadan önce eserler tek nüsha olduğu için telif hakları da matbaanın bulunması ile başladı. İlk matbaa imtiyazı 1709’da İngiltere’de, bizde ise bu konudaki ilk düzenleme 1857’de “Telif Nizamnamesi ” ile ancak 150 yıl sonra yapıldı. Bu konuda uluslararası ilk anlaşma ise ünlü bir edebiyatçı olan Uluslararası Edebiyatçılar Birliği (ALAI) Başkanı Victor Hugo’nun girişimi ile 1886 yılında 10 devlet arasında imzalandı. Bu anlaşma daha sonra iletişim teknolojisindeki değişikliklerle sürekli yenilendi.
1866 tarihli Bern Anlaşması’na da ancak 65 yıl sonra 1951’de Ernest Hirsch’in yaptığı 5846 sayılı yasa ile katılabildik. Aslında 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile de Bern Anlaşması’na 12 ay içinde girmemiz öngörülmesine rağmen ancak 28 yıl sonra 1951 yılında girilebildi. Ne var ki bu çok önemli yasaya rağmen yeterli fikri hak kültürü oluşmadığı için eser sahipliği ve hak arama bilinci de gelişmemiş, 30-40 yıl 5846 sayılı yasa hiç işletilmemiştir. Dolayısıyla yargısal uygulamada donmuştur. Halbuki dahi hukukçu Hirsch’in mimarı olduğu yasa bu alanda o tarihlerde Avrupa’nın en iyi yasası idi.
FİZİKİ MÜLKİYET AYRI, FİKRİ MÜLKİYET AYRI
5846 sayılı FSEK’in plastik sanatlar özelindeki yansımaları ne yönde? Hukuki süreç bu anlamda nasıl işliyor?
Plastik sanatlarda yargısal uygulamanın, örneğin müzik alanına kıyasen daha geç başladığını ifade etmek mümkün. Zira ülkemizin sosyal ve tarihsel nitelikleri nedeniyle plastik sanatlardaki telif hakları gelişmesi de oldukça gecikmiştir. Bu nedenle yasal alanda eksiklik olmamasına rağmen bu alandaki yargısal uygulama gelişmemiştir. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere eser sahipleri yeterli bilgi ve bilinç düzeyinden uzaktı.
Plastik sanatlar alanındaki ilk davaları açmış bir avukat olarak önemli mücadeleler verdiğimi ifade edebilirim. Eser sahipleri, örneğin özellikle plastik sanatlarda eserin fiziki mülkiyeti dışında ayrıca bir fikri mülkiyeti olabileceğini algılayamıyorlardı. Eserin fiziki mülkiyeti elden çıkınca her şeyin bittiğini, başka hiçbir haklarının kalmadığını düşünüyorlardı. Ne var ki bu konuda mahkemeler de çok farklı değildi. Fakat güzel sanatların diğer dallarında, örneğin müzikte eser sahipliği ve hakları konusunda daha bilgili ve bilinçli bir kesim vardı.
Plastik sanatlarda eserin, bir resmin izinsiz reklam malzemesi olarak kullanılması, mali ve manevi hakların ihlali nedeniyle dava konusu oluyor. Veya bir tablonun önünde müzik klibi çekilmesi halinde de eser sahibinin mali ve manevi anlamda telif hakları ihlal edilmiş oluyor. Bu tür davalarda yasamız, sanatçı lehine oldukça yüksek bir tazminat öngördüğü için ihlallerin önlenmesi bağlamında caydırıcı bir sonuç doğuyor.
Bu alanda yaşadığınız en çetin davalardan örnek verebilir misiniz?
Bu konudaki davalarımız ülkemizde fikri hukuk gerek mevzuat gerekse yargısal uygulama olarak genelde gelişmediği için her zaman mücadele gerektirmiştir. Çok az rastlanmış bir örneği anlatmak isterim. Bir otel sahibi, yeni yaptırdığı otelin odalarına asmak için ünlü bir ressama resimler sipariş eder. Bedellerini ödeyerek resimlerini teslim alır. Daha sonra ise resimleri otelinin odalarına asmayarak bir galeride ressamın ismiyle sergi açar. Ressam bundan rahatsız olarak bizi aradı. Açtığımız dava ile tazminat talep ettik ve serginin açılışını da durdurduk. Dava da lehimize sonuçlandı. Zira resimlerin satışla sadece fiziki mülkiyeti devredilmişti, fikri mülkiyet halen ressamın uhdesinde bulunmaktaydı. Fikri mülkiyet haklarından olan eserini sergileme hakkı münhasıran eser sahibine aittir. Aksine yazılı bir sözleşme yapılarak bu hak devredilmediği takdirde bu hakları resmi satın alan kimse kullanamaz. Bu sözleşmenin yazılı olması ve devredilen hakların ayrıntılı şekilde gösterilmesi gerekirdi.
Başka bir davada bir sanatçımızın İstanbul’da antrepoların birinin içinde yapmış olduğu büyük ebatlı resminin önünde bir ses sanatçısı şarkısı için klip çekmişti. Klip çekimi için resmi yapan sanatçımızdan herhangi bir izin alınmadığından açtığımız davada önemli bir tazminata mahkûm olmuştu.
Sanat kuruluşları ve sanatçılarla kurulan sözleşmeli ilişkilerin ne gibi olumlu yönleri bulunuyor? Genç sanatçılar sözleşme yapılandırmasında nelere dikkat etmeli?
Sanatçı ile sanat kuruluşları arasındaki ilişkilerin, yasanın öngördüğü “yazılı” şekil şartlarına uygun olması gerekir. Hakların devri söz konusuysa hangi hakların devredildiğinin teker teker gösterilmesi gerekir. Bu koşulları taşımayan sözleşme geçersiz olacaktır. Ayrıca eserden doğan telif haklarında mutlak ve sonsuz devir yoktur. Örneğin “Bütün haklarımı devrettim” şeklindeki mutlak bir devir sözleşmesi geçersiz olacaktır.
Sizin koleksiyoner kimliğinize dair sorularla devam edelim mi? Koleksiyonerlik sizin için ne ifade ediyor? Nasıl başladınız? Sanat hukuku alanında çalışmanız etkili oldu mu?
Gerçek anlamda koleksiyonerlik bana göre yerine hiçbir şeyi koyamayacağınız bir tutkudur. Etkilendiği bir eseri çeşitli özverilerle elinde bulundurma isteği, aynı zamanda bir duyarlılık düzeyidir. O resim veya heykel, sadece bir tane, “biricik”tir. Eser sahibine ait olan bu ayrıcalığa, mutluluğa ortak olmak az şey midir? Bu değer aslında hiçbir maddi varlıkla ölçülemez. Çeşitli olumsuzluklara karşın çoğu kez yaşamı katlanır hale getiren en önemli unsurlardan biri de estetik değerlerdir.
Bu arada eseri, ticari bir meta olarak gören ve onu maddi amaçla alıp satan kesimi ayrı tutuyorum. Onların, sanatın oluşumuna, görünür kılmasına, yayılmasına ve gelişmesine katkısını da yadsımıyorum. Koleksiyonerler, galeriler ve müzayedeciler bu bağlamda katalizör işlevi görmüşlerdir. Zira alıcısı olmayan hiçbir ürünün yaşama şansı olamaz. O nedenle sanat eserleri de ancak değer bulduğu coğrafyalarda yerleşiyor.
Resmi aktif anlamda bırakmış olmam, sergileri, benim yaşamımda izleyici anlamında her zaman bir cazibe merkezi yapmıştır. Sanat hukuku alanında veya sanat örgütlerinde olmasam da durumun farklı olmayacağını düşünüyorum. O nedenle sergileri gezmek her zaman, olmazsa olmazım olmuştur. Doğal olarak da resim okuma kültürü ve duyarlılığı taşıyan bir insan olarak etkilendiğim resimleri, koşullarım uygun olmasa bile nice özverilerle satın almayı başarmıştım. Belki de sevdiğim resme kavuşunca resim yaptığım yıllarda hissettiğim o özel hazzı yaşıyordum.
“RESİM ALICINI SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM”
Koleksiyonunuzun genel karakterini nasıl anlatırsınız? Aldığınız ilk eserler nelerdir? Özellikle hangi sanatçılar ve eserler üzerinde yoğunlaşıyorsunuz?
Benim resim alışımdaki tercihlerim her zaman estetik beğeni düzeyimi ve niteliğimi yansıtmıştır. Sanat eserini yatırım amacı veya sosyal statü göstergesi olarak değil, bir iç mutluluk aracı olarak düşündüm. Belki de o nedenle galeri deneyimlerimi sürdüremedim. Kendimi bu iç mutluluktan mahrum edemedim. Aksi takdirde elimdeki eserler ticari meta haline gelecekti.
Bu arada eseri ticari bir meta olarak değerlendiren kuruluşların yanlış bir iş yaptığını söylemek istemiyorum. Sadece koleksiyoner olarak kendi tarzımı anlatmaya çalışıyorum.
Bu düşünceler içinde resim alırken estetik diliyle yüreğime, plastik zekasıyla da beynime dokunabilen eserlerin önünde durdum. Ve ayrılamadım. Ünlü olması veya olmaması beni hiç ilgilendirmedi. O çocuk yüreğinden renk olup akıp gelen bir Tuncay Betil resminden de ayrılamadım. Her zaman da resmin sadece resim olmadığını düşündüm.
Evet, yüreğinin şiirini belki de kaderini, ilmik ilmik yansıtan Ahmet Yeşil ile de resmi yeniden düşündüm. Daha çok leke ustalığına takıldım; Habib Aydoğdu’nun, Osman Akbay’ın, Mustafa Delioğlu’nun, Cuma Ocaklı’nın ve Ali Candaş’ın…
Ve tabii ki kendini hiç tekrarlamamış, öğrenciliğinden onur duyduğum Orhan Çetinkaya ustamın…
Soyutun sonsuzluğundaki plastik aklı, estetik dili her zaman dorukta olan Reyhan Abacıoğlu’nu, Nur Gökbulut’u… Evet, daha başkalarını da… Sadece almadım. Özellikle ve içtenlikle yazdım. Hepsini birbirlerinin ayrılmaz parçası kıldım.
Nasıl unutabilirim ki beni sürekli mutlu kılan, içimi ışıklarla donatan sevgili Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Zeki Faik İzer, Erol Akyavaş, Abidin Elderoğlu, Naile Akıncı, Ramiz Aydın, Gencay Kasapçı, Mustafa Ayaz, Mahir Güven, Pooneh Osidari (İran), Firdevsi (İran), Duran Karaca, Yusuf Katipoğlu, Nuri Abaç, Ekrem Kahraman, Fikri Cantürk, Nuran Altıata, Ali Demir, Galip Noyan, İsmail Altınok, Yaşar Çallı, Nadire Özbek, Nihat Kahraman, Hakan Eraslan, Işıl Özışık, Nevbahar, heykeltıraş Metin Yurdanur, heykeltıraş Şermin Güner ve daha nicelerini… Hepsine şükranlarımı sunuyorum.
Orhan Çetinkaya ustamın “Resim alıcını söyle. Senin kim olduğunu söyleyeyim” sözünü anımsadım. Sevgili ustam, şüphesiz ışıklar içindedir. Acaba benim kimliğimi de çözmüş müydü dersiniz?
ESERLER DEPOLARDA HAPSEDİLMEMELİ
Daha önce koleksiyon sergisi açtığınızı işittik. Koleksiyon sergisi açmanızda amacınız nedir? Bu tür sergiler açılmalı mıdır? Koleksiyonerin toplumsal anlamda işlevi olabilir mi?
Koleksiyona sahip kişilerin, kurumların ve müzelerin sahip olduğu eserleri zaman zaman sergilemeleri gerekir. Bunun bir görev hatta zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Zira eser, temelde toplum için yaratılır, o nedenle özünde topluma aittir. Nitekim uluslararası sözleşmelerde eser sahibine ait mali haklar, ancak belli bir süre için eser sahibinde kalır. Bizim yasamızda eser sahiplerinin mali hakları 70 yıl sonunda biter ve eser topluma döner. Fakat manevi hakları hep devam eder.
O nedenle eserlerin fiziki mülkiyetine sahip olanların, onları yaratanların iradesine aykırı olarak onları kapalı depolarda hapsetmemeleri gerektiğine inanıyorum.
Ayrıca sergilemenin, sanatın tanıtımı, gelişimi hatta eğitimi açısından da işlevi olacaktır. Yaşamayan ressamların eserleri de ancak bu tür sergilerle yeni kuşaklara ulaşabilecek ve esin kaynağı olabilecektir. Bu resimlerin sergileme olarak gündemde ve belleklerde kalması sahte üretimleri de önleyecektir.
Koleksiyoner, belli dönemlerin plastik anlamda belleği olduğu için o yılları kültürel ve sanatsal bağlamda belgelemiş olacaktır. Bunu belli dönem ve sistem içinde kotarabildiği ölçüde, entelektüel düzeyde kurumlaşacaktır.
Koleksiyonerlik ve sanatseverlik ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her durumda koleksiyonerin bir sanat sevgisi ve duyarlılığı vardır. Genellikle sanat eserine yakınlık hissetmeyen bir kimsenin koleksiyoner olmasını düşünemiyorum. Tabii ki sadece bir yatırım olarak düşünenler de olacaktır. Fakat bunlar çok istisnaidir. Koleksiyonculuk genellikle yaşama anlam kazandıran bir ayrıcalıktır.
Sanat eseri koleksiyonculuğu ise toplumda daha üst katmanda yer alır. Zira sanat eserinde altın, pırlanta veya hiçbir kıymetli taşta olmayan, kişiyi büyüleyen farklı bir değer vardır. Gerçek koleksiyonerin eserlerinden ayrılabilmesi, onları satabilmesi, elden çıkarabilmesi çok güçtür. Zaten daha çok ancak mirasçıların o eserleri sattığına tanık oluyoruz. Gerçek koleksiyoner tercihlerinde moda reflekslerle hareket etmez. Eserleri mekanda dekoratif bir unsur olarak düşünmez.
YAPAY ZEKA İNSANDAN BAĞIMSIZ DEĞİL
Dijital sanatlar ve yapay zeka nedeniyle koleksiyonerliğin gündemden düşeceğine dair öngörüler var. Sizin bu konuya yaklaşımınız nasıl?
Dijital veya yapay zeka sanat eserlerinde de arkada yine insan vardır. Yapay zeka, insandan bağımsız bir sanatçı değildir. Yapay zeka, kendisine verilen sanatçının kullandığı renk, çizgi vb. eseri oluşturan unsurları teknolojinin katkısıyla birleştiren bir makinedir. Özgünlük ve hususiyet oluşturması mümkün değildir. Bu tür eserler ve onları üretenler, koleksiyonerin konusu ve muhatabı olamaz. Zira eser, “biricik”tir. Değeri de ondan gelmektedir. Dijital eseriyse istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Koleksiyoner, belli dönemlerin özgün eserler bağlamında toplumun belleğidir. Bu tür eserlerin teknik olarak tespiti mümkün olduğu cihetle kolleksiyonerlerin yanıltılması mümkün değildir. Eğer belli bir sanatçının eseri yapay zeka ile taklit ediliyorsa bu durum hukuken kopya –taklit eserler kapsamında değerlendirilecektir. Bu konuda da kapsamlı bir çalışma hazırlıyorum, yakında yayımlanacak.
Fakat gerçek sanatçıların haklarının ve gerçek sanat eserinin varlığının daha somut korunması için bu alanda yeni yasal düzenleme yapılması gerekmektedir.