Habip Aydoğdu, ressam olmak için doğmuş o huzursuz ruhlardan. İyi ki öyle, her an çizmek zorunda gibi hissedenlerden. Aslında az tanıyanlar ya da bir tür “resmi” ilişki içinde tanıyanlar için onun, az konuşan, konuşunca da naif izlenimi bırakan genellikle biraz kapalı bir kişilik zannedilmesi de çok kolay. Genelde “ressam / sanatçı” denince oluşan “biraz bohem” havası hiç olmayanlardan. Bildiğimiz sessiz ve yalın köy insanı.
Yazının alışılmış bir girişi olmadı ve tek paragrafta farklı iki insanı anlattım. Bu, bir çelişkinin de sunumu. Ama öyle. Habip Aydoğdu kendi kuşağının ilginç ve ayrıksı figürlerinden. Onu belki de Türk resim tarihinde bir yere oturturken herkesin bir “Habip”i olması da bundan. Habip tıpkı Türkiye gibi… Nereden baktığınıza göre değişen bir imge kendisi. Her ne kadar kendisi öyle olmadığını söylese de… Habip, sessiz yalın imgesinin arkasında, etkiye açık, antenleri uzun ve fazlasıyla hemen her şeyi algılıyor. Bir haber istasyonu gibi… Sonra da bu kabuğun içinde dönen fırtınaları, yangınları, isyanları, feryadı veya hüznü veya sevdayı olduğu gibi resimlerine, yapıtlarına boca ediyor. Onu o yapan da tüm algıları çalışan bu “yabansı” kimliğin bir süreç olarak ve bir sürecin içinde her şeyini -kendini ifşa etme pahasına- resim veya nesne oluşturmaya yansıtması.
Habip, genelde aralıklı sergiler açan bir sanat insanı. Ancak “olduğuna” inanınca ve “yeni” bir dürtü içinde söyleyeceği birikmişse sergi açar. Ama pandemi sürecindeki kapanma döneminde uzun sürede dolmuş iç dünyasını Ankara’da İş Bankasının İktisadi Bağımsızlık Müzesi Sanat Galerisinde sergilemesinin üstüne 24 Haziran–20 Ağustos 2023’te Antalya’da, Antalya Sanayi Odası Kültür Sanat Merkezinde 3 kata yayılan kapsamlı bir biyografi sergisi açıldı. Böylece onun hem gününe yönelik birikimi hem de genel sanat serüveni neredeyse birbirine eklemlenmiş olarak izleyiciyle buluştu. Böylece Habip Aydoğdu’nun Türk resmi içindeki konumunu değerlendirmek için bir fırsat yarattı.
Habip, 1952 Konya doğumlu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm evlatlarını okumaya yönelttiği ve sahip çıktığı belki de son kuşak onunki… Toplumun, sınıfsal farka bakmadan, yetenekli çocuklara sahip çıkarak, devletin yatılı okullarına yöneltildiği, oradan da resim alanında yüksekokul ve üniversite eğitimine ulaştırdığı süreç, o kuşakta fazlasıyla belirgin. İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulundan mezun. Aslında ilk resimlerinde okulun grafik ağırlıklı eğitimi hissediliyor.
Sonrası ise Türkiye’nin 1970-80’li yıllarında bir türlü bitmeyen savrulmalar içinde hem kişisel yaşam kavgası hem resimle yaşamaya çalışma hem de dünyalı olmaya çabalama uğraşları. Ressamımızda ilginç olan ise bu çalkantılı yaşamı neredeyse bir günce gibi resmine yansıtması belki de.
Habip, sanat yaşamının daha en başlarında, “Yaşamımı resmim ile kazanacağım ve sadece resim yapacağım” demiş, 1970-80’lerde. Paralı işinden istifa edip iki çocuklu bir baba olarak “yaşam kavgasına” dalmış. O nedenle de ilk sergisinin ismi “Yaşam Kavgası”dır.
HABİPÇE GÜNLÜKLERİ
Bu resimlerde döneminin “sol popülist ve köy” kaynaklı tüm izlerini görebilirsiniz. Habip, daha o zamandan başlayarak çevresine çok açık antenleriyle topladığı izlenimlerini, duygularını ve tepkilerini, resmin kendi varoluşu içinde yoğurup sanat olarak, yaşadığı ortama “savurmuştur”.
Resminin serüveni, Habip’in tüm bu savrulmalarının, izleklerinin adeta “Habipçe” günlükleridir. O nedenle de pek çok Habip Aydoğdu vardır. Onu özgün kılan ise bu “metaverse Habipler” evreninde, gene de bir “asıl Habip”in olması. Onun resimsel günlükleri, resim dünyasında oldukça bilinir. Değişik sergilerinde bu günce / resim defterlerini sergilemiştir. Bir tür sağaltıcı etkisi de var bu defterlerin. İzleyici için bir ressamı, kendini ifade aracı olan resim üstünden günlük olarak izlemek ve anlamak, yaşananlara onun dili ve gözünden bakmak ilginç bir deneyim. Bazen çalışmalarının üstündeki notları o bile okuyamıyor, gülüyor. Ansal düşüncelerde, resim yetmeyince yazı devreye giriyor. Ama yazı da resim aslında. Habip Aydoğdu resmini bilenler, onun bu yazı – resim çözümlemelerine tanıdıktırlar.
Bu aşamada, vurgulamak gerekir ki Türk resmi, zor bir iklimdir. Yıllar önce Kayıhan Keskinok’un bir retrospektif sergisinde kalakalmıştım. Genellikle belli bir üslup ve konularla bildiğimizi zannettiğimiz hocanın, neredeyse 20. yüzyılın bütün akımlarında gezindiğini görmüştüm. Pek çok Keskinok vardı. Ama oradaki fark, “üsluplararası Keskinoklar”dı. Ki bu, tüm Türk resminde çok ağırlıklı bir etki olarak kendini gösterir.
MUASIR MEDENİYETİ YAKALAMAYA ÇALIŞAN O BÜYÜK İHTİRAS
Düşünürsek özellikle Cumhuriyet ile birlikte gelişen resim serüvenimizin, Avrupa resminin yüzlerce yıllık sürecini, çok ama çok kısa bir sürede geçip günümüze gelebilmek için harcadığı çabayı anlayabiliriz. Türk resmi, “muasır medeniyeti” yakalamaya çalışan o büyük ihtirasın ayrılmaz bir parçası idi. Ressamı, heykeltıraşı ve yazarı, o büyük yaratım süreci boşluğunu doldurup gününün etkileşimini yakalamak için adeta kanını akıtmıştı.
Batı sanatında, ortaya çıkan “akımlar”, aslında insan evladının yaşamı algılama / anlama / yorumlama ve tepki vermesinin estetik alanda ele alınışının da tarihidir. Bu, yüzyılları bulan sürecin çok kısa bir zaman dilimine sıkışmak zorunda kalması Türk resmini biraz da “tıknefes” kılmıştır. Durup ne yaptığını anlama, yorumlama ve ifade olanağı, hep geriden gelmiştir denebilir. O nedenle bir dönem her ressam neredeyse tüm Batı sanatının akımlarını, kendi yaşamına sığdırmaya zorlanmıştır. Türkiye’deki sanat serüveninin bu boyutu ne yazık ki pek yazılmamıştır. Bir de bunun üstüne toplumsal çalkantıları ve “Biz neyiz? Doğulu mu? / Batılı mı?” kadim tartışmalarını ekleyince sürecin ve ortamın ne kadar zor ve bu topraklara özgü olduğu daha iyi görülebilir. Bu durum, bence günümüzde de büyük çapta geçerli. Resmimiz, bu süreç ve ortamın etkisiyle de biraz “sinik” bir resimdir. Kişisel yorum ve tavır alıştan çok, konu veya genel bir akım öne çıkar. Ressam, algılayan, etkilenen ve etkilenen / eyleyen olarak kendini geri çeker. Evrensel değerlere sahip olmaya çalışan ressam çok az ve yine çok az ressam bu ortamın dışına çıkmaya çabalıyor.
Sonuçta resim tarihimiz, bu topraklarda “birey olmanın” ve yaşamı birey olarak algılamanın dışa vurumunun pek de öne çıkmadığı / çıkamadığı bir ortam. Ortada olan ise daha ağırlıklı olarak “akımlar”, tavırlar, konular ve ekipler.
Habip Aydoğdu, bu anlamda da Türk resmi için çok özel bir figür. Resim yaşamı, öznel yaşamının bir tür dışa vurumu ki onu, var olan sanat ortamında bir ölçü de ayrıksı kılan da budur. Onun resmini özgün kılan bu tavrı, ayrıca onu önemli kılan bir neden de… Habip’in resim dünyası, “bir akımı seçme ve konumlama” derdiyle ortaya çıkmamaktadır. Neredeyse içgüdüsel ve öznel bir duruş bu. Onu ayrıksı hatta “yaban” kılan da kendi seçtiği yolda inatla, kendi başına, kendi yolunu açmaya çalışması. Kuşkusuz dünya resminin geldiği ortamı izliyor ve etkileniyor ama onunki daha çok bir “diyalog ve katkı” olarak görülebilir. Aslında Habip’in resim dünyasının nasıl dönüştüğünü izlemek biraz da Türk resminde özel bir kişiliğin, resim içindeki yaşamının dönüşümünü izlemektir.
RADİKAL BİR SEÇİM ZAMANI
Resim serüveninin çok öncelerine bakılırsa o da kuşağındaki ressamlar gibi yaşanan olaylardan etkilenerek resmini kurguluyor. Döneminin lekeci figür ortamından etkilendiği açık. Ama 1960-70’lerde yaşanan “toplumsal gerçekçi” akımdan izler taşıyan, lekeci ve figüratif ortamdan çok çabuk çıktığını da resimlerinden izleyebiliyoruz. Gene de özgün bir figür arka plan ve kurgu dünyasının izleri bu resimlerde görülebilir. Yaşamının ilerleyen safhasında, 1980-90’da yani 40’lı “orta yaşlara” gelirken Habip, onu kuşağından ayıran radikal bir seçim yapar. Resmi artık kendi bilinç dışının ve rüyalarının önce çekinik, sonra cüretli ifadelendirilmesine dönüşür. Bilinç dışının özellikle rüyalarda ortaya çıkan “farklı bağlamları / ifadeleri”, alışılmış rasyonel ifadelerin renklerin, kümelenmelerin ve estetiğin dışına çıkar. Habip Aydoğdu’nun bu dönemi, çok cüretkar bir hesaplaşma sürecidir. Benzeri, resmimizde pek yoktur. Tamamen kişisel ve otobiyografik bir ifadedir. Bunun, “gerçeküstücülükle” de bağlantısı pek yoktur.
RENK COŞKUSUNUN BAYRAMYERİ
Habip Aydoğdu, kişisel yaşam serüveninin 1990-2000’li yıllarında, yani 50’li yaşlara doğru, resimlerinde yaşam sevincinin yepyeni ifadelerini arar. Resimlerinde arka plandaki soyutlama ile önde soyuta kayan figürasyon ilişkileri belirirken teklik içinde çokluk arayan yeni bir hesaplaşma ve çözüm süreci yaşanır. Resimleri, olağanüstü çoğulcu ve karmaşık katmanlarla örtüşen bir “alışılmamış figürasyon ve renk coşkusunun bayram yeri”dir. Bu dönem resimleri, onun “esrikli yaşam” dünyasının havai fişekleri ile o havai fişekleri ve esrikli ortamı anlamlı kılan arka plandaki karanlığın hesaplaşmasıdır.
2000’ler sonrası artık 50’li yaşlardan geçen Habip, resminde gittikçe “sadeleşen” bir palet ve renkle uğraşmaktadır. Yaşamın pek çok sorununu kendince anlattığı dünyasından arınmaya ve durulaşmaya başlamıştır. Resimlerinde çoğulcu yapılanmalardan geçilerek daha az ile daha çoğu anlatmaya çalışan bir yapı oluşmaktadır. Renk olarak da sanki az renk ile resim oluşuyor zannedilmektedir. Oysa Habip, az rengi elde ederken artık bu renk, bir renkler senfonisinin bütünüdür. Daha önceleri, hepsi bir bütünde kendine yer bulan şeyler dünyası, şimdi birbirleriyle kaynaşmakta, ana temanın gerisinde ise çok zengin renk / doku / biçem iç içeliği oluşmaktadır. Eğer kabul görürse Bach’ın neredeyse integral dünyasına benzeyen fügleri önünde, yeni bir varlık sadece kendi olarak var olmaya çalışmaktadır. Habip, arka planda yaşamın zenginliğinin resmini yaparken önde de çok sade bir temayı ısrarla tekrarlamakta ve bize sunmaktadır. Hırçınlık, var olma istencinin nüanslarla dolu ifadesine dönüşmüştür. Habip’in yeni döneminde solo figürasyon ile orkestrasyon hem iç içedir hem de ayrı varlıklar olarak büyük kompozisyonu oluştururlar.
Habip Aydoğdu’nun resmini oluşturma süreçlerini izlediğim zamanlar oldu. Bu süreci seyretmek bile izleyen için bir deneyimdir. Hatta 1990’lı yıllarda Habip Aydoğdu ve caz sanatçısı Yıldız İbrahimova, ortak bir sanat performansı da sergilediler. İbrahimova sese dayalı emprevizyon yaparken Habip de büyük tuvaller üstünde paralel bir resim emprevizyonu yaptı. Bu dönemden bugünlere uzanan süreçte, artık konu boya bile değildir. Habip tuval veya üstüne çalıştığı nesneyle kavgaya girişir, fırça yetersiz kaldığı için her tür araç resim yapmada devreye girer; su sıkar, bezler ve sert temizlik fırçaları ve o anda elinin altında ne varsa bu oluşuma katkı sağlar. “Habip resmi” denen şey, artık ansal bir vecd (kendinden geçme) sürecine dönüşür. Bu döneminde ressam neredeyse bir ara yüze dönüşmektedir. Aldığı tüm girdilerin yepyeni bir dil olarak dönüşümünü sağlayan bir ara yüz…
İZLEYENİNDEN ÇOK ŞEY BEKLEYEN NESNE
Habip’in son dönemi resmimiz için o kadar farklıdır ki ben halen anlaşıldığını da sanmıyorum. İzleyeninden çok şey bekleyen bir nesnedir “Habip resmi”. Bizim kolayca algılanan figüratif, hatta soyut dünyamızdan farklı bir okuma ve anlama beklemektedir. Görünen figürasyon o kadar “hiçbir şeydir” ki onu anlamlandırmak için ciddi okumalar gerekir. Son sergisinde geldiği yer, toplumun ve dünyanın çok sancılı bir döneminin Habipçe teşhiri, anlamaya ve ifadelendirilmeye çalışılmasıdır.
KIRMIZI VE HABİP RESMİNİN BOYA DEĞERLERİ
Habip’in pandemi sonrası Ankara’da açtığı sergisi, Kırmızı yine Kırmızı ve Antalya’da açılan Yaşamı ve Yapıtlarıyla Habip Aydoğdu sergisi, otobiyografik yolculuğunda bizi davet ettiği bir ara yer. Bu dönem, Habip resminin tamamen “dışsal” bir korku / bilinmezlikle dolu dünyayı anlama, tepkilerini algılamalarını ve duygularını resim aracılığı ile dünyaya sunma serüveni. Büyük tuval resimlerinden çok daha fazla küçük boy kağıt üstüne çalışmaları olan “günceler”, adeta duvarları ve sergi mekanlarını işgal ediyor. Üstünüze geliyor. Habip Aydoğdu, son iki sergisinde, güncelerini farklı iletişim araçları ile de sunmaya evrildi. Ankara’da günceler, sayfalar halinde, tuval resimler ile iç içe her yerde iken Antalya sunumunda dijital ortama aktarılarak telefonla izlenebilecek, ulaşılabilecek bir düzeneğe dönüştü. Her iki serginin küratörü Elif Aydoğdu Ağatekin, izleyiciyi Habip’in o yoğun kişisel duygular / duyular imparatorluğunun tam içine sokuyor. “Kırmızı”, bu kadar “dehşet ve ürküntüyü” sergileme ve yansıtmanın ortamı oluyor.
Ankara’daki sergiyi gezerken pek çok düşünce ve duygu geldi gitti açıkçası. Öncelikle Habip Aydoğdu’nun resim serüveninde geldiği yeri anlatırken göstermeye çalıştığım “durulaşma / sadeleşme”, bu kez “Corona”nın görünmez ama mutlak dünyası ile hesaplaşmayı getiriyordu.
Öte yandan Habip’in isminin “kırmızı” ile anılıyor hale gelmesi, onun resminin magazinleşmesi ve reklam ögesine dönmesi uyarısını da taşıyor. Çok çok daha zengin ve özgün bu resimlerde izleyiciler, ille de kırmızı arar duruma iteleniyor. Açıkçası Habip resminin boya değerlerini bilenler için bu Habip’in resmine haksızlık olabilir. Bu bağlamla Antalya’daki “retrospektif” sergi, onun yalnızca kırmızının ressamı olmadığının ve burada anlatılan değişik süreçlerdeki Habiplerin bir merkezi olduğunun da sergisi. O nedenle de Habip Aydoğdu’nun resim serüveninin tüm etaplarını yeniden değerlendiren bir sergi olarak özel önem taşımaktadır.
Antalya Kültür Sanat’ın 3 katına yayılmış Yaşamı ve Yapıtlarıyla Habip Aydoğdu sergisi 24 Haziran–20 Ağustos 2023’te izleyici ile buluştu. Sergide, ressamın sanatsal evriminin izleri, yaşamındaki dönüm noktalarıyla beraber kronolojik biçimde sunuldu. Dördüncü kattan başlayan sergi, Habip Aydoğdu’nun doğumundan yalnızca resimle yaşamaya karar verdiği 1988 yılına kadarki 38 yılı; ilk dönem resimleri, desenleri, günlükleri, fotoğrafları, belgeleri ve hakkında kaleme alınan yazılarla birlikte Yaşam Kavgası başlığıyla izleyenleri karşıladı.
Üçüncü katın başlığı Zamanın Ruhu’ydu. Yalnızca resmiyle yaşamaya karar vermiş, işinden istifa etmiş Habip Aydoğdu’nun kendisi kadar resminin de özgürleştiği, resminde yerçekiminin ortadan kalktığı, coşkun renklerin içinde figürlerinin kuşa dönüştüğü, buluntu nesnelerle yaptığı üç boyutlu formları tuvaline dönüştürdüğü, farklı malzemeleri sınırsızca deneyimlemek istediği 1989-2015 yıllarına tarihlenen bu dönemde, ayrıca Habip Aydoğdu’nun resminde “Kırmızı”nın iktidarı yavaş yavaş ele geçirişi de gözleniyor. Bu eserler yalnızca resmiyle yaşama cesareti göstermiş genç ve çok renkli Habip Aydoğdu’nun 2015 yılında İstanbul Kibele Sanat Galerisinde açılan “Kırmızı” adlı retrospektif sergisine kadar getirdi izleyenleri.
Serginin son katı 2016-2023’e tarihleniyordu ve Habip Aydoğdu’nun son dört büyük sergisinden izlerle başlıyordu. Bu sergilerden ilki 2016 yılında Arap edebiyatının yaşayan en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Adonis ile birlikte İzmir Folkart Gallery’de gerçekleştirdikleri, bugün bambaşka sıkıntılarını yaşadığımız Orta Doğu coğrafyasının dramını sorun ettikleri “Kan Kırmızı” sergisi. Bu birleşmeden doğmuş ve daha önce başka bir yerde sergilenmemiş ve ikisinin imzasını taşıyan özel koleksiyondan eserleri, Habip Aydoğdu’nun Bodrum’da gerçekleşen Kırmızı Yolculuk, İzmir’de açtığı 76/76 ve Ankara’da koronavirüs salgını dönemini anlattığı Kırmızı yine Kırmızı sergilerinden resim, günlük ve belgesellerle bütünleniyor. Son kat, geçen yıl Şubat ayında gerçekleşen ve Anadolu’nun güneyini yerle bir eden Kahramanmaraş merkezli depremi, ardından yaşanan acıları anbean resimlerine ve güncelerine yansıtan Habip Aydoğdu’nun Umut adlı enkaz üzerinde balonunu uçuran çocuk figürüyle tamamlanıyordu.
Son iki sergisi ve yıllar içinde ulaştığı yer, bize yeni yorumlar yapma olanağı da veriyor. Güncelerin ağırlık kazandığı yeni sürecinde, özellikle küratörün doğru okuması ve sunması sayesinde bir çelişki de şimdilik gizleniyor: Habip, 24 saat resim yaşayan biri, her duygusunu resimle aktarıyor ama bu son sergilerindeki “günceler” artık resimsel notlar veya desenler olmayı geçmiş her biri birer resim olmuş. Görece küçük boy kağıt üstüne böylesine yoğun katmanlarla oluşan o renkler senfonisindeki yoğunluklar çok etkileyici. Ama şu sorunu da görmek gerekiyor: Bu çaba büyük tuval resimlerindeki enerjiyi de azaltabiliyor. Küratörün başarısını takdir etmekle birlikte, umarız Habip Aydoğdu, bizler için küçük boy güncelerinde kullandığı o enerjisini yeniden tuval resmine aktarır.
ANKAR’DA DÜNYA VATANDAŞI BİR RESSAM VAR!
Küçük boyutlu çalışmalarda gelinen düzey ve büyük boyutlardaki çaba, Habip resminin bir sorunsalını da ifade ediyor. Bu resim / nesneler o kadar yoğun bir süreçten geçiyor ve o kadar yoğun katmanlaşmaların senfonileri ki boyutları nedeniyle algılanmaları zor oluyor. Resmin istediği boyutla günceler arasında çelişki oluşuyor. O nedenle de fotoğraflar zaten okunması özel çabalar isteyen bu özgün dünyayı ifadede yetersiz kalıyor. Fotoğrafta pek çok değer anlaşılamayabiliyor. Yüz yüze bir Habip resmi görmeyenlerin onun resmini “basit bir imge ve monogram bir arka yüz” diye yorumlaması, bu resme niye önem verildiğini anlaması zor olabiliyor. Bunun örneklerini ben yaşadım. Zaten bir yorumcunun, sanat eleştirmeninin katkısına gerek duyan bu özgün dünya, fotoğraf ortamında taşıdığı sihri daha da kaybedebiliyor. Bunu biraz da Habip, söylemleriyle de oluşturdu. Örneğin kimse, yukarıda anlattığımız resim oluşturma tekniklerini hissedemiyor. “Tuvalin” bizzat kendisinin, bir arka plan değil de resmin ana oluşturucularından birine dönüşmesinden söz etmiyor.
Tabii bunu aşacak olan Habip’in kendisi… Resminin ulaştığı ara duraktan bizi ve resmini nerelere taşıyacak, izleyeceğiz. Ama şu kesin; “Ankara’da dünya vatandaşı bir ressam var”. Ve o ressam, nedense resmimizin çok da bulaşmadığı dünyaya bulaşıyor, onu dert ediniyor, sadece koronayı değil, yangınları, ölümleri, kavgaları, savaşları depremleri küçük ve büyük dertleri yaşıyor, yorumluyor, yoğuruyor ve kendi diliyle bize bir şeyler söylüyor. Hesaplaşıyor. Bizi de bu serüvene davet ediyor.