Aralık2 , 2024

Doğadan ilhamla doğayla bütünleşen sanat

İlgili Yazılar

Çağdaş sanatta nefes alanı: K2 Güncel Sanat Merkezi

K2 Güncel Sanat Merkezi, Avrupa Birliğinden Mardin’e, Çanakkale’den Hatay’a...

“Çağdaş sanatı anlamak, eleştirel düşünme becerilerini geliştirir”

Sanat danışmanı, sanat yazarı, sergi küratörü ve sanat eğitmeni...

“Çağdaş sanatçı, toplumun teorisyenidir”

İran asıllı çağdaş minyatür sanatçısı Arya Kamalı, İzmir’de kendi...

Sinema dünyasının ortasında Kalkütalı bir komple sanatçı

Sinemayla dopdolu yirmili yaşlarım geri gelmese de eski...

Türkiye’de Çağdaş Sanat Müzeleri: Bir düşün gerçekleşmesi…

Osmanlı Dönemi’nden beri hayali kurulan modern-çağdaş sanat müzesi, Cumhuriyet...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

İtalya’nın Umbria bölgesinde, Rönesans’tan kalma Civitella Ranieri Kalesi’nde düzenlenen konuk sanatçı programına katılan Alper Aydın, sıra dışı eserleri ve performanslarıyla öne çıkan genç bir çağdaş sanatçı. Doğadan ilhamla ve doğayla iç içe birbirinden ilginç eserlere imza atan Alper Aydın, izleyeni şaşırtıp düşündürmeyi başarıyor.

SÖYLEŞİ: İLKNUR EŞSİZ
FOTOĞRAFLAR: ALPER AYDIN ARŞİVİ

D8M, Dozer Kovası ve Buluntu ağaçlar, İstanbul Bienali, İstanbul Modern, İstanbul, Türkiye. 2017. 

Doğduğu topraklar sayesinde deniz ve ormanla iç içe bir hayata adım atan, sanatını çocukluğunda içine işleyen doğa sevgisi ve merak duygusuyla biçimlendiren Alper Aydın, genç ve özgün çağdaş sanatçılardan. İtalya’da Umbria bölgesinde tarihi bir kalede düzenlenen “Civitella Ranieri” isimli konuk sanatçı programındayken ulaşıp söyleşi yaptığımız Alper Aydın, hayata, doğaya ve sanata bakışını anlattı. Aydın, “sanatıyla, insana, kendisinin doğanın biyolojik bir parçası olduğunu söylemeye çalıştığını” vurguluyor.

Sizi tanıyabilir miyiz?
Ordu’da doğdum. Bütün çocukluğum önünde denizin, arkasında yemyeşil doğanın olduğu bir evde geçti. Böyle bir yerde büyümenin etkisi ile en büyük oyun alanım doğa oldu. Kendimi bildim bileli meraklı ve bir şeyleri parçalayıp yeni şeyler yaratmayı, referanslarla yeni şeyler üretmeyi ve yarım bırakılmış şeyleri tamamlamayı seven bir karakterim. Henüz 8-9 yaşlarında teknik çizim yapardım, tekne ve uçak çizimleri yapıp modeller hazırlardım. Öğretmenlerim yeteneğimin bilincindeydi. Beni güzel sanatlar lisesine yönlendirdiler. Hayatımın en güzel ve disiplinli yılları lise ile başlamış oldu. Şu anki sanatsal bilincimin büyük bir kısmını lise yıllarında kazandım. Lisenin zengin bir kütüphanesi vardı. Sanat tarihi ve sanatçılarla ilgili birçok kitabı okuyup kitaplardaki sanatçıları ruhani montörüm yapmıştım. Üniversiteyi Ankara’da okudum ve resim bilgisini lisede aldığımı düşünerek üniversitede heykel okumaya karar verdim. Üç yıllık süreçte ciddi bir malzeme bilgisi aldım ve bu süreç, bugün birçok farklı sanat pratiğinde gerçekleştirdiğim üretimin temeli oldu. Üniversite son sınıfta İtalya’da Erasmus programına katıldım.

Beklenmeyen Misafir, buluntu balık ağları ve demir konstrüksiyon, Heybeliada, 2019.

İtalya’da olmak, orada eğitim almak sanatla ilgili donanımınıza belli ki önemli katkılarda bulunmuş.
Evet, kesinlikle. Bu süreçte Papa’nın heykeltıraşlarından biri olan Giovanni Beato ve dünyaca ünlü performans sanatçılarından Franko Black’den performans eğitimi alma şansım oldu. Avrupa’daki birçok ülke ve müzeyi gezip sanat eserlerini görme fırsatı buldum. Bu zaman diliminde sanat eğitimim tamamlandı. Üniversite bitti ve gerçek anlamda üretim yapmaya başladım. Ankara Gazi Üniversitesinde “Türkiye’de Yeryüzü Sanatı” konusu üzerine master yaparken başvurduğum “Full Art Prize” yarışması ile Türkiye’deki en önemli 13 çağdaş sanatçıdan biri seçildim. Gerçek anlamda sanat alanına adım atmam bu yarışma ile gerçekleşti. Bu süreçten sonra İstanbul Modern, Yapı Kredi, İstanbul Bienali gibi birçok etkinlikte yer alma fırsatı buldum. Fransa, Almanya, İtalya ve İstanbul’da düzenlenen konuk sanatçı programlarına katıldım.

İşlerinizi, sanatınızı, bu sanata yabancı olanların daha iyi anlayabilmesi için nasıl anlatırsınız?
Birçok kişi benim “land art” yaptığımı düşünüyor ama aslında ben “land art” yapmıyorum. Land art, insan tarafından tahrip edilen arazilerin sanat aracılığıyla restorasyonu ile ortaya çıkmış bir sanat tarzı. Ben ise çalışmalarımda insana, kendisinin doğanın biyolojik bir parçası olduğunu söylemeye çalışıyor, hatta hipotezler ortaya koyuyorum.

Eserlerinizde çok yönlü, çamur, ağaç, hayvan kemiği gibi malzemeler kullanıyorsunuz. Bir malzemeyi gördüğünüz an zihninizde eser şekillenmeye başlıyor mu? Bize bu süreci anlatır mısınız?
Bu durum birkaç şekilde gerçekleşiyor. Bunlardan birincisi aklıma bir fikir geliyor, bu fikri belirli bir süre düşündükten sonra zihnimde bir karaktere dönüştürüyorum. Bu fikirle konuşmaya başlıyorum. Hangi sanat yöntemi ile hangi malzemenin, nerede var olması gerektiği üzerine uzun süre düşünüyorum. Bu düşünme sürecinin en önemli destekçilerinden biri ise düşünülen fikri en ince ayrıntısına kadar içeren teknik çizimler oluyor. Bir diğer yöntem ise biraz daha hissiyata dayalı. Bazen bir yerde yürürken bir arazi parçasının enerjisini hissediyorum. Onunla sanatsal üretim konusunda iş birliği içine girip araziyi jeolojik, arkeolojik ve sosyolojik olarak araştırıp araziye müdahalede bulunuyorum. Bir diğer üretim formu ise nesnelerin hafızasını görerek o nesneyi, doğru müdahaleler, eklemeler ya da çıkarmalarla bir sanat eserine dönüştürmek oluyor.

HER FIRSATTA DOĞAYA KAÇMAK

Siz sanatın bu alanına ne zaman ilgi duydunuz? Çocukluğunuzun doğayla iç içe geçmesi etkili olmuş mudur?
Aslında her şey doğadan ayrı kalmamla başladı diyebilirim. Bildiğiniz üzere insan neyin yokluğunu çekerse, hayatının merkezine onu koyuyor. Liseyi bitirip gri şehir Ankara’da üniversiteye başladığımda uzuvlarımdan biri eksikmiş gibi hissetmeye başladım. Bulduğum her fırsatta doğup büyüdüğüm yer olan Ordu’ya dönüyor ve oradaki araziyi, sahili, kayalıkları, sanatsal bir bilinç ile okumaya çalışıyor; yeni yerler keşfediyordum. Bunun en büyük sebebi de çocukluğumda üzerimdeki etkisinin ne kadar önemli olduğunu bildiğim doğaydı.

Kapadokya’da gerçekleştirdiğiniz “Sığınak” isimli çalışmanızın videosunu izlerken klostrofobik bir sıkıntı duydum. Siz o alanın içinde kendinize tamamen kapalı bir sığınak tasarlarken neler hissettiniz?
Öncelikle biraz işin sürecinden bahsetmek isterim. Cappadox Festivali’nden birkaç ay önce kaybettiğimiz sevgili Fulya Erdemci’nin -ışıklar içinde uyusun- daveti üzerine hiç deneyimlemediğim bir coğrafya olan Kapadokya’da çalışma yapma fırsatı buldum. Araziyi görmeye gittiğimde fark ettim ki Kapadokya’nın kendisi zaten sıra dışı, sürrealist bir etki veriyor insana. Yapacağım hiçbir şeyin bu muhteşem jeolojik yapının üzerine çıkamayacağını ve doğanın en etkili yapı olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Kapadokya’daki yaşamın aynısını, bizzat ellerimle yaptığım bir form ile deneyimlemeye karar verdim. O yılki festivalin teması da tam olarak yapmak istediğim şey ile uyuşuyordu: “Dünyadan Çıkış Yolları.” Kapadokya’daki bacalar da adeta dünyadan çıkmaya çalışan yapılar şeklinde göğe doğru yükseliyorlardı.

üstte ve üstte sağda, Barınak, Performans, 2.45, Malzeme kil, Cappadox Festivali, Kapadokya, Türkiye, 2017.

“20 dakika boyunca kubbenin içinde kaldım”

Haklısınız, bacalar çok etkileyici gerçekten…
Ben de orada olduğum süreçte gözlemledim ki ilk önce arılar gelip kovanlarını bu bacalara yapmışlardı. Sonra güvercinler peri bacalarını mesken edinmişlerdi ve onları gören insanlar da bu bacaların iyi birer sığınak olacağını düşünmüş, evlerini, tapınaklarını, şehirlerini bu bacaların içine inşa etmişlerdi. Ben de gördüğüm bu yapılardan yola çıkarak, bunun aynısını deneyimlemek için denemelere başladım. Açık arazide ayaklarımın altından aldığım toprakla bir kubbe inşa edecektim, bunun için ciddi bir mimari okuma yapmam gerekti. Hiçbir destekleyici malzeme kullanmadan sadece topraktan bu formu oluşturmam gerekiyordu. İtalya’daki Panteon Tapınağı’nın kubbesindeki inşa tekniği bilgisini uyguladım. Projeyi gerçekleştirebilmek için, yalnızca bedenimi ve ellerimi kullanacağım için beş ay boyunca spor salonuna gidip bedenimi kuvvetlendirdim. Yaklaşık 2 saat 45 dakika gibi bir sürede 1,5 ton toprağı ayaklarımın altından alıp çevremde bir koza oluşturdum. Kubbe şeklinde, yarısı toprağın dışında yarısı ise içinde olan yapıyı tamamlayıp yaklaşık 20 dakika onun içinde kaldım. Kendi kontrolümde yaptığım bir yapı olduğundan klostrofobik hissetmedim. O karanlığın içinde, o daracık alanda aslında tam olarak yaşamak istediğim şey, içerideki hava bitene kadar orada kalmaktı. Bir noktada, nefes alışverişlerimle 20 dakikalık bir sürede kalbimin atışlarının yavaşladığını hatırlıyorum. Sonra havanın azaldığını fark edip bir delik açıp dışarı çıktım.

Kendinizi eserlerin bir parçası olarak aktif şekilde işin içine dahil etmek, sanatınıza nasıl açılımlar getiriyor?
Eserlerin bir parçası olma durumu bende tatminsizlikle başladı. Lisede resim ve fotoğraf eğitimi almıştım. Resim yapmak çok güzeldi ama dört köşe ile sınırlı olması bir noktada bariyerdi benim için. Fotoğrafta ise gerçeğin bizzat kendisini fotoğraflamak harika ama arada birkaç lens var çektiğiniz şey ile aranızda. Siz her zaman objektifin arkasından bakan kişi oluyorsunuz. Heykelde ise çevresinde dolaşabiliyor, ona dokunup hissedebiliyorsunuz. Ama yine bir eksik vardı. Ben de bu doğrultuda performans ve mimariye yöneldim, bu iki pratiği de aynı düzlemde görmekteyim. Performans ile çalışmanın bizzat kendisi olmak ve mimarinin tam olarak içinde olup bu iki pratiği içeriden deneyimlemek. Bu doğrultuda gerçekten eserlerin içinde bedenimle yer almayı, onların bir parçası olmayı çok seviyorum. Özellikle arazide üretim yaparken eserin karşısında onu uygulayan bir karakter olmak yerine uygulamanın kendisi olmak… Araziye kalıcı bir müdahale yapmak yerine; tıpkı mevsimlerin, ayların, günlerin geçici olması gibi kendinin de geçici olduğunu gösterme isteği ve sonucunda minimalist bir etki yaratmaya çalışarak sadece bedeninle bir eser ortaya koymaya çalışmak amacım.

Alper Aydın, Nuh, kestane ağacının yaprak sapları, çıta, karton ve ip, 120x104x36 cm, Adriatik Denizi kenarı, Çivitanova, İtalya, 2010.

Nuh’un film gibi bir öyküsü var

2011 yılında ortaya koyduğunuz “Nuh” isimli eserinizden çok etkilendim. Eserin var oluş sürecini ve yerleştirme sırasında yaşadıklarınızı paylaşır mısınız?
Nuh ismi esere sonradan konuldu. Gemiyi gören izleyiciler “Bu Nuh” dediler ve ben de işin ismini o andan sonra Nuh olarak anmaya başladım. İşin yapım süreci aslında bu işin hikayesinin önemli bir parçası. Aslında bu gemi formu hep aklımda olan bir çalışmaydı. 2010’da İtalya’da bulunduğumda bu işi gerçekleştirmek için uygun bir enerji ve atmosfer vardı. Çünkü lise hayatım boyunca eserlerinin fotoğraflarına bakıp hayatlarını okuduğum Leonardo, Michelangelo gibi insanların yürüdüğü toprak üzerinde yürüyor, onların baktığı manzaraya bakıyordum. Sadece zamanlarımız farklıydı. Çalışmam, bu sanatçıların bizim hayatımızı daha anlamlı kılmamızı sağlayan ve zihnimizde yeni odalar açan işleri gibi olmalıydı. İlk önce çalışmanın mühendislik olarak detaylı eskizini yaptım. Bu eskiz yaklaşık bir hafta sürdü. Heykel hocam Beato ile eskizi paylaştım ve çok beğendi. Ancak projenin çok uzun süreceğini, Erasmus öğrencisi olmam nedeniyle zaman sıkıntımız olduğunu, ayrıca atölyede bu projeyi gerçekleştirecek malzeme ve materyalin olmadığını söyledi. O an için projeyi bu zaman diliminde yapmak mümkün görünmüyordu.

Peki, sonra ne oldu? Eser nasıl ortaya çıktı?
Atölyeden çıkıp tasarım üzerinde yoğun bir biçimde düşünmeye başladığımda bu işin bir şekilde orada gerçek olması gerektiğine karar verdim. Şehri boydan boya yürümeye başladım. Şehirde yürürken şunu fark ettim ki eseri gerçekleştirmek için gerekli olan ilhamım bizzat bu şehrin kendisiydi. Şehri 500 yıl önce inşa eden insanlar, bu yapıları, yolları, çevrede buldukları taşları üst üste, yan yana koyarak inşa etmişlerdi. O halde ben de doğada bulduğum bir materyalle bu gemiyi inşa edebilirdim. Ve şehrin ara sokaklarından geçip şehrin alt kısmında bulunan Gardini Diaz isimli parka vardım. Mevsimlerden sonbahardı ve parkın bütün çevresinde sıra sıra dizilmiş büyük kestane ağaçları yapraklarını döküyordu. Bu yapraklardan birini alıp oynamaya başladım ve oynarken bu yaprağın uzun ve kalın sapının gemiyi inşa etmek için ne kadar uygun olduğunu fark ettim.
Birkaç yaprak alıp deneme yapmak için atölyeye götürdüm. Dalı yaprağından ayırıp bir misina yardımı ile birbirine bağladım. Hem uzunluk hem esneklik olarak gövdeyi inşa etmek için biçilmiş kaftandı bu malzeme. Atölyeden birkaç çöp poşeti alarak parka gidip bütün yaprakları topladım. Yaprak saplarını birbirine bağlayıp gemiyi tam olarak inşa etmek iki ayımı aldı. Sıra gelmişti heykelin yerini bulmaya. Bunun için Macerata ve çevresinde uzun bir gezi yaptım ve en mantıklı olan yerin Civitanova sahilindeki geniş kumsal olduğuna karar verdim. Geminin malzemesi kestane ağacı olduğu için çok hafif olmuştu. Kolay taşınabiliyordu. Trene binip arkadaşlarımla Civitanova kumsalında direklerden bir armatür kurduk ve armatür arasında ince bir misina gerip gemiyi astık. Rüzgârın etkisi ile birlikte rüzgargülleri hareket ediyor, gemi ise bu itiş gücü ile ip üzerinde öne ve arkaya doğru gidip geliyordu.

Gemi hala orada, İtalya’da, değil mi?
Evet, Erasmus süreci bittiğinde gemiyi maalesef büyüklüğü dolayısıyla Türkiye’ye getiremedim ve performans hocam Franko Black’in isteği üzerine kendisine bıraktım. Ama sonra öğrendiğim kadarıyla kestane ağacı yaprak sapları zamanla kurudukça küçülmüş ve geminin formu bozulmuş. Bugün bizim paylaştığımız görsellerde bu ilk versiyonun fotoğraflarını görüyoruz. Daha sonra üretilenleri ise orijinaline sadık kalarak transmisyon çeliğinden ürettim.

Alper Aydın, Yeryüzü Şarkısı projesi için Yason Burnunda çalışırken, 2022.

Birçoğu doğayla iç içe olan eserlerinizin ömrü ne kadar?
Bazen bir gün bazen birkaç ay sürüyor. Bu tamamen çalışmanın yapıldığı hava koşullarına ve çalışmanın yapıldığı malzemeye bağlı. Bu yüzden çalışmaların dokümantasyonu çok önemli oluyor çünkü en doğru zaman diliminde en doğru ışık altında fotoğrafını çekmek gerekiyor. Bazı zamanlar fotoğraflayamadan çalışmalar silinip gidiyor ve yeniden yapmak zorunda kalıyorum. Bazı zamanlarda doğru ışık bir türlü gelmiyor. Hava kapalı olduğunda, ben de kamp kuruyorum çalışmanın çevresinde ve doğru ışığı bekliyorum.

Çok geziyorsunuz. Bu durum belli ki sanatınız için olmazsa olmaz. Yerleşik olmamak sanatınızı nasıl biçimlendiriyor?
Çok gezmem uzun süre aklımda olan bir soru işareti sonucu ortaya çıktı “Nereye aidim?” Uzun süre birçok yere seyahat ettim ve ait olduğum yeri aradım. Sonra fark ettim ki bir şehre, bir ülkeye, bir kültüre ait değilim. Dünyaya aidim ve bu farkındalıktan sonra nereye gitsem orası evim oldu. Bu bilinç ile yaşamaya başladığımda sanatım da değişti, genellikle insanlara uzak olan yerlerde uygulama yapmayı tercih ediyorum. Bu durum, üzerinde yaşadığım bu dünya ile daha iyi diyalog kurmamı sağlıyor. Beni dünyaya daha yakın kılıyor.

Photo © 2022 Emilia Hesse Steidl Publishers

Şu an ne yapıyorsunuz? Bizi gelecekte neler bekliyor?
Şu an İtalya’nın Umbria bölgesinde Rönesans’tan kalma Civitella Ranieri isimli 500 yıllık bir kalede konuk sanatçı programı vesilesiyle bulunuyorum. Burada dünyanın her yerinden görsel sanatçılar, yazarlar, şairler ve müzisyenler var. Birlikte zaman geçirip çokça okuyup çalışmalarımız üzerine konuşup bölge coğrafyasının tadını çıkarıyoruz. Burada bir ay geçirdikten sonra yıl sonunda Hindistan’da düzenlenecek Kochi Bienali’ne katılacağım. Ardından 2023 yazında gerçekleşecek ilk solo sergim için yoğun bir biçimde çalışıyor olacağım.

Nefes Projesi, 2018, 100x150x178cm, Farklı Boyutlarda Cam Fanuslar, Metal Saksılar, Serum Şişeleri, Serum Hortumları, Bitki Yetiştirmek için Özel Işıklandırma ve Masa. 2018- // SAHA Studio programı kapsamında SAHA’nın desteği ile üretilmiştir.