Gülen yüzü, doyumsuz sohbeti herkesi içine çeker. Zihni hep çalışır Hikmet ağabeyin. Güzele çalışır. Güzele giden, güzeli anlatan ve anlatacak olan ne varsa ona çalışır. Suyun rüyası olan ebruya, yaşayan gelenek olan ebruya duyduğu saygıya hepimiz tanığız.
YAZI: BELKIS KAMUT AKTÜRK
Kişisel tarihimde önemli bir yere sahiptir Hikmet Barutçugil. Komşuluğun çok kıymetli olduğu topraklarda, aslında dar bir coğrafyada yaşıyoruz. Hikmet ağabeyi pek çok sıfat ile tanımlayabilirim ama söylemeyi en çok sevdiklerimdendir “komşu” oluşumuz. Sohbetlerimiz, bayram ziyaretlerimiz, yediklerimiz, paylaştıklarımız. “Ağabey”liği hak eden nice güzel zamanlarımız, anlarımız…
Gülen yüzü, doyumsuz sohbeti herkesi içine çeker. Zihni hep çalışır Hikmet ağabeyin. Güzele çalışır. Güzele giden, güzeli anlatan ve anlatacak olan ne varsa ona çalışır. Emekler boşa çıkmaz. Suyun rüyası olan ebruya, yaşayan gelenek olan ebruya duyduğu saygıya hepimiz tanığız. Elbette Hikmet ağabeyi ve onun vasıtası ile ebruyu gelecek nesillere taşıyan “yeni arayışları” olur.
Zaman ne güzel bir harman tuğlasıdır. İnsanı içine alan. Zamanda az biraz geriye gidelim. Yıl 1952. Malatya’da dünyaya gelir Hikmet ağabey. Hayatının ilk 10 yılı burada geçer. Günümüze ulaşmayan ama Hikmet ağabeyin belleğinden hiç çıkmayan bahçeli, süs havuzlu bir evde yaşarlar. Havuz önemlidir küçük Hikmet için. Kayısıların hem toplandığı hem de yıkandığı yer olan havuzda küçük dallarla oynar, kayısılarla dallarla kompozisyonlar yapar. İdrakindeki ebrunun temelinin oradan kaynaklandığını anlatır Hikmet ağabey. Noter babanın sanatla küçük yaştan itibaren ilgilenen tek evladı olur. İktisat profesörü olur ağabeyi, kız kardeşi de Boğaziçi Üniversitesini bitirir. Aslında ailede herkesin içinde bir sanat ateşi yanar. Ya şiirle ya resimle ilgilenilir ama bunu meslek olarak seçen Hikmet Barutçugil olur.
Son derece başarılı, hep kitap okuyan ve sakin bir ağabeyin ardından farklı bir mizaçtır. Küçük Hikmet ağaç tepesinde, dağın başında, derede, toprakta dolaşır. Tahsilini tamamlayamayacağı düşünülür. Hikmet ağabey o dönemleri gülerek anlatır: “Benim çocukluğumda hiperaktivite diye bir şey yoktu. Yaramaz çocuk, haylaz çocuk falan derlerdi. Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu hiperaktivite tedavisi görüyormuş, babalar için de bir kitap vermişler, çünkü hiperaktivite babadan geçermiş. Benim çocukluğumda o kitapta anlatılanlar vardı, dolayısı ile orta ve lise eğitimimde başarısız oldum, birkaç kere sınıfta kaldım. Bir kere rahmetli Ayhan Songar’a , ‘Hocam ben kitap okuyamıyorum, okurken aklım hep başka yerlere gidiyor mesela kiremit kelimesi geçse, acaba hangi topraktan yapıldı, içine ne demir oksit vardı, kaç derecede pişti diye düşünüyorum. Gözüm devam ediyor ama akıl takılı kalıyor, okuduğumu da anlamıyorum’ demiştim.”
Songar’ın cevabı güzeldir. “Aman çok iyi bir şey bu, boş ver kitap okuma sen, bu yaratıcı zihnin bir fonksiyonu, sen sanatçısın” der. Hikmet abi bu sözlerle rahatlar. (Prof. Dr. Ayhan Songar Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nın kurucusu. Çağdaş psikiyatrinin kurucuları arasında yer alan Songar, 34 yıl kürsü başkanlığını yapmıştır.)
Akademik eğitimine sanıldığı gibi ebru ile başlamaz. 1973’te İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu’nda tekstil eğitimine başlar. Onu etkileyen isim ise hocası Prof. Dr. Emin Barın olur. Barın’ın teşviki ile hat sanatına yönelir. Hat sanatı ise ona ebrunun kapılarını açar. Ebrunun içindeki dinamiğe hayran olur ve tek başına bu sanatı öğrenmek için çabalar. Okuldan tekstil desinatörü olarak 1977’de mezun olur. Ertesi yıl ihtisas için Londra’ya gider, sanat ve ebru ile araştırmalarını sürdürür.
OLAYLARA KUŞ BAKIŞI BAKMAK
AMA KUŞ GİBİ DEĞİL
Havuz başında suyla oynarken fark ettiklerinin peşini hiç bırakmaz. Yeniliğe yol açan bu his önemlidir. Pek çok alanda olduğu gibi geleneksel sanatlarda da yeniliklere karşı bir direnç vardır. Hikmet ağabey bu durumu, “Her şeyin olduğu gibi sanatın da fikri sabit ya da belirli döneme kilitlenmiş bağnazları vardır” şeklinde açıklar. Bu süreçlere nasıl dayandığı sorulduğunda da “Sadi Şirazi’nin dediği gibi olaylara hep kuş bakışı baktım ama kuş gibi değil” der.
Ebru sanatının günümüze ulaşmasının en önemli isimlerinden Hazerfen (binfenli/bin sanat sahibi) İbrahim Edhem Efendi’nin bu konudaki tavrı yol gösterici olur. Edhem Efendi her konuda olduğu üzere ebru sanatında da yeniliğe açıktır. Kendisine yeni bir teknikten bahsedildiği zaman “Tecrübeyi göğe çekmediler ya biz de deneriz” dermiş. Hikmet ağabey de öyle yapar. Bunu da “Tekamülden yanayız. Bilimde de sanatta da tekamül var, olmasaydı ilk devirlerde kalırdık. Dar kalıplarda hapsolurduk” diye anlatır.
Geleneğimizin zenginliklerini bilelim ve yapalım. Ancak onları güncelleştirerek yaşarsak, yaşatabileceğimizi de unutmayalım. Çünkü yenilenmeyen sanat, zanaat olmaya mahkumdur.
İyi ki tekamül edilmiş. Hikmet ağabeyin 1988 yılında dünya ebru litaratürüne kattığı “Barut Ebrusu” bu çabaların en güzel örneklerinden olur. Araştırmacı yazar sevgili Mustafa (Özdamar)ağabey de (Mustafa Özdamar) bu güzelliğe ifadeleri ile dahil olur. Deniz kenarında bulduğu bir taşa bakar ve taşın barut ebrulu olduğunu söyler. “Ebru sanatında Battal asıl, Barut ve benzerleri fasıldır. Battal çekirdek, Barut çekirdeğin çatlayıp patlaması, dal budak salıp meyveye soyunmasıdır. Evet, battal anadır, asıldır, asildir ama o asıl ve asil anadan değişik adlar alan bir düzine ebru doğmuştur. Asıl fasıla, fasıl asıla, gelenek yeniliğe, yenilik geleneğe engel, çengel değildir. Doğada battal da var barut da var. Yenilik denen şey, aslında var olan bir şeyin keşfinden ibarettir” diye de ekler.
Hasan Çelebi’den icazetli Çinli Hattat Haji Noor Deen Mi Guang Jiang ile yıl boyu çalışır. Çin etkisi ile Arap harfleri ebru üzerinde birleştirilerek yazılır. Çin usulü yapılan çalışmada kumaş üzerine kağıtlar yapıştırılarak birleştirilir ve ortaya 137 parçadan oluşan İpek Yolu Sergisi çıkar.
RENKLERİN DÜĞÜNÜ
“Su yüzü resmi” diye de tarif edilir ebru. Su üzerine yapılan aşk ve sır dolu yüzlerce yıllık bir sanattır. Orta Asya’da doğduğu kabul edilir. Bilinen ilk adı Çağatayca “ebre” olur. Zamanla “ebri” (bulutumsu) ya da “abru” (su yüzü) adını alır. Anadolu’da ise “ebri” veya “ebru” olarak kullanılır. Büyük üstat Necmettin Okyay da “ebri” der. Hikmet ağabeye “Ebru nedir?” diye sorulduğunda “Resim sanatıdır” der ama ondan ibaret olmadığını da ekler. Aynı zamanda nükteli bir şiir, yumuşak bir ezgidir. Ebru, gücü zaman üzerinde oynamaya yeten, dans eden bir figürdür. Belki de yeryüzünde hiçbir sanat, adıyla bu kadar bağdaşmamıştır, bu kadar iç içe geçmemiştir. Suyun yalınlığı, renklerin düğünü, insanın duyguları, tabiatın kusursuzluğu ebru sanatında buluşur.
3000 YILLIK GARANTİ
Tabiatın kusursuzluğuna “kitre” diye tabir edilen su ve bu suya boyalar dahil olur. En çok merak edilen de bu boyaların ne kadar zaman dayandığı olur. Toprak boya olarak bilinen metal oksitler yani metallerin pasları, demir pası, krom pası, kobalt pası, kurşun pası gibi doğada var olan boyalardır bunlar. Hikmet ağabey bu soruya gülerek “3000 yıl garanti veriyorum. Solarsa getirin” diye cevap verir. Ebrunun sihirli iksiri öddür ve suya karışımı sağlar, renkler su üzerinde açılır ama birbirine hiç karışmaz. Üstelik yapışkan özelliği sayesinde boyalar kağıda yapışır. Battal (Türk Taşı), taraklı, gel-git gibi farklı isimler alır ki bu Hikmet ağabeye göre ebrunun görünen tarafıdır yani zanaattır. Batıni yani görünmeyen tarafı ise ruha hitap eder. Hz. Mevlana’nın dediği gibi insan olma haysiyetine ulaşmak için çıkılan yolda bir araçtır.
Ebru sanatının kökleri oldukça eski. Ama yakın tarihimize bakıldığında unutulma tehlikesi geçirdiği görülüyor. Zira bilinen tek eser, 1608 tarihli “Tertib-i Risale-i Ebri” adlı kaynak. İçerdiği reçeteler olmasa bu eser günümüze ulaşmasa ebru sanatı kim bilir ne halde olurdu. Bu durumu, bu eksiği fark eder Hikmet ağabey. Elindeki tüm notları paylaşmaya karar verir. Öğrenciliğinden itibaren kendi kendine ebru öğrenirken çıkan şekillerden günümüze dek pek çok detayı not eder.
“Geleneğimizin zenginliklerini bilelim ve yapalım. Ancak onları güncelleştirerek yaşarsak yaşatabileceğimizi de unutmayalım. Çünkü yenilenmeyen sanat, zanaat olmaya mahkumdur.” Bu eşsiz renk sanatı unutulmasın diye, gelecek nesillere taşısın diye çabalarını sürdürür Hikmet ağabey.
EBRU BAŞKENTİ İSTANBUL
“Şehirlerin ecesi İstanbul” derdi hocam Prof. Dr. Semavi Eyice. Dünyanın en uzun süre başkentlik yapmış şehridir İstanbul. Bu başkentlik unvanı sadece idari anlamda olmaz. Hattın başkentinin İstanbul olduğu kabul edilir. Hikmet ağabeyin buna harika bir ilavesi var, “Ebrunun başkenti de İstanbul” der.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip Avrupa’ya “Türk kağıdı” olarak giden ve İstanbul’da zirveye ulaşan ebru sanatının merkezi İstanbul’dur ve bu halen sürmektedir. Sanatın en eski örnekleri bu şehrin kütüphanelerinde, müzelerinde ve koleksiyonlarında yaşamakta. Durum böyle olunca da ebru sanatına bu süreçte “ev” sahipliği yapan adres de “Ebristan” olur. Benim için “Komşu evi” yani. Çok da güzel bir hikaye barındırır bu ev, bu konak. Çünkü Ebristan hayallerin peşinden gitmek demek olur. Hikmet ağabeyin hayali ebru sanatını layıkı ile yaşatmaktır. Bu süreci onunla yaşayan eşi Füsun abladan dinlemiştim.
“Evlendiğimiz zaman ‘Eşin ne iş yapıyor?’ sorusuna ‘Ebru ile uğraşıyor’ dediğimde insanlar acıyarak bakarlardı bana. Yok denecek kadar az sayıda insanın icra ettiği hatta çok az kişinin adını bildiği bu sanat çok geri planda kalmıştı” demişti.
Hikmet Barutçugil ise son derece keyifle ve ısrarla bu sanatı yaşatmayı ve uluslararası alanda hak ettiği şekilde duyurmayı ister.
SALACAK’TA BİR EV…
1994 yılı Eylül ayında Pakistan’da yapılan “Artisan at Work” El Sanatları Festivali, Füsun abla için de dönüm noktası olur. İki bin 500 sanatçı katılmıştır, muhteşem bir festivaldir ama geçit töreninde Türkiye yoktur. Hikmet ağabey, Füsun abla ve Kültür Bakanlığından bir yetkili ile bayrağımız açılır ve geçide dahil olunur. “Benim görevim, işin bir ucundan tutmakmış” diye anlatır Füsun abla. Tanıyan herkes Füsun ablanın her işte ne kadar keyifle ve neşe ile çalıştığına tanıktır. O festival Hikmet ağabeye dünya birinciliği getirir. Füsun ablaya ise hep destek olma sözünü verdirir. Onlarca ülkede, yüzlerce sergi ve etkinlik yapılır. Hayaller büyür, teker teker gerçek olur. Sıra bu sanata “ocak olacak, ev olacak” mekana gelir. Yıllar boyu, sabırla sokak sokak aranır bu mekan. Bir gün arabalı vapur ile geçerken Salacak sırtlarına gözü takılır Füsun ablanın. Sebepsiz bir şekilde adeta araba onu Salacak’a götürür. Dolanır sokaklarda hatta kaybolduğunu düşünür, dönmek için manevra yapmak ister zira yol bitmiştir. O an yokuşun dibindeki evi ve üzerindeki satılık yazısını görür. Eve döner dönmez arar ama fiyat yüksektir. Umutsuzca şehir dışındaki eşini bekler. O gelince tekrar ararlar, ev hala satılıktır. Evi görürler ve çok beğenirler ama bütçeleri yetmez. Bu sefer ev sahibi Emine teyze arar ve davet eder. Tüm cesaretleri ile görüşmeye giderler ve heyecanla anlatırlar hayallerini. Sabırla dinler Emine teyze, “Size inandım, güvendim. Size yardımcı olacağım, gidin elinizdeki parayı getirin, geri kalanını da tamamlarsınız” der. Mucize olmuştur. Hemen hesaplar yapılır ama paranın sadece yarısı çıkar. Emine teyzenin tavrı değişmez. Evini seven, çocuklarını o evde evlendiren, torunları o evde doğan Emine teyze de bu tarihi eserin layık olduğu şekilde yaşamasını istemektedir. Emine teyzenin ömrü vefa etmez, evin halini son göremez.
Selimiye Kışlası’nda görev yapan 12 paşa için yaptırılan ve padişah tarafından “ihsan” edildiği için semte de “İhsaniye” adını veren 12 konaktan sadece bu ev, İzzettin Paşa’nın konağı kalmıştır. Hem padişahın hem paşanın hem Emine teyzenin hem de Barutçugillerin hayalleri gerçek olur.
Konağın restorasyonu 1997 yılında yapılan Uluslararası Ebru Kongresi’ne hem de ev sahibi olarak yetişir, konak adı da logosu da hazırdır üstelik. Üsküdar’dadır konak; tıpkı ebru sanatının pirleri, ustaları gibi. Edhem Efendi gibi Necmettin Okyay gibi Mustafa Düzgünman gibi. Ebruya gönül veren Niyazi Sayın ve Ahmet Yüksel Özemre gibi.
Hikmet ağabeyin eserlerinde sağ alt köşede çok hoş bir ibare bulunur, Hikmet-i Hüda yazar. Kendisi bunu “Ben yaptığım bazı eserlerin nasıl olduğunu bilemedim, kendiliğinden oldu. Hikmet-i Hüda Farsça ‘Allah’ın bilinmeyen sırları’ demek. Arapçada ise ‘Allah’ın hidayeti’ anlamına geliyor. Bu aslında ebruyu tanımlayan, ebrunun gizemini anlatan bir kelime. Benim niyetim de o. İçinde hikmet kelimesinin geçmesi, adımın Hikmet olmasının avantajı. Herkes onu imza zannediyor. İmza geleneği bizde yok amaç ilahi güzellik arayışı. Allah’ı ararken ilk vazgeçilmesi gereken egodur, nefistir” diye anlatır.
Ebru sanatında imza atılması Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin de hassasiyetle üzerinde durduğu konusudur. “Ebrucuların eserlerinin köşesine bir imza kondurmaları geleneği de Mustafa Düzgünman ile başlar. O da ancak birisine bir ebru hediye edeceği zaman ithaf mahiyetinde bir imza atardı, o kadar. Yoksa bir yılda 7000-8000 ebru üreten birinin bütün ebrularını imzalaması muhaldir. Fakat her ebrunun bir köşesine mutlaka bir imza kondurmak maalesef artık bir gereklilik gibi telakki edilmektedir” der.
Ebru sanatının en önemli isimlerinden İbrahim Edhem Efendi’nin (ilk kurşun borunun dökümünü sağlayan ve ilk buharlı makineyi yapan kişi olarak kabul edilir) torunu sevgili dostum güzel insan Eda Özbekkangay’ın dedesini anlattığı bir makalesinde bu imza konusuna rastladım. “Ebru sanatına özel ilgi gösteren İbrahim Edhem Efendi, eserlerini ‘Kami’ mahlası ile imzalarmış.”
2020’de UNESCO kriterinde Kültür Bakanlığı tarafından “Yaşayan İnsan Hazinesi” ilan edilen Hikmet ağabey, halen ilk günkü heyecan ve hayranlığıyla kâğıt, kumaş, seramik, cam, ahşap gibi malzemeler üzerine ebru çalışmalarına devam ediyor.
Hikmet ağabeyin ebru sanatına karşı duyduğu sevgi ve sorumluluk her daim hissedilir. Bunu da “Sanattaki güzellik arayışına giden yoldaki izleri kaybeden uluslar bir ‘şuur aşınması’ yaşıyor” diye açıklar.