YAZI: SEZER AĞGEZ
Türkiye’nin sinema tarihi ele alındığında uzunca bir dönem belgesel sinemanın üzerinde yeterince çalışılmadığı hemen fark edilir. Durum böyle iken günümüzde mevcut problemleriyle sürdürülebilirliği zorlaşan kısa metrajlı belgesel sinemanın sorunlarını, muhataplarından dinlemek istiyorsanız, buyurun…
Son yıllarda ülkemizde -özellikle kısa metraj odaklı- film festivallerinin çok hızla çeşitlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Her ne kadar pandemi süreci, film festivallerini etkilemiş olsa da bu durum, yükselen grafiği bozamadığı gibi dijital kalıplarla biçimlenen bazı festivallerin hayata geçmesini de kolaylaştırmıştır. Araştırmacı Hayri Çölaşan’ın kameraarkasi.org adlı web sitesinde yıllık olarak yayınladığı Film Festivalleri Değerlendirmesi adlı raporuna 2019 yılında ilgili festivallere kısa metraj kategorisinde 762 kurmaca, 239 belgesel, 66 animasyon ve 118 deneysel olmak üzere 1185 yeni film girerken bu rakam 2020 yılında pandemiye rağmen 707 olarak kayıtlara geçmiştir. Söz konusu verilere bakıldığında kısa metraj kategorisinde azımsanmayacak seviyede çeşitlilik ve üretim olduğu görülmektedir. Bu noktada üretim ve çeşitliliğin günümüzün belgesel sinemasındaki yansımalarına tam anlamıyla geçmeden önce kısaca geriye dönmekte yarar olduğu düşüncesindeyim.
BELGESEL SİNEMANIN GEÇTİĞİ YOLLAR
Ülkemizde belgesel sinemanın nasıl yollardan geçtiğini ve dönüşümünün sebeplerini bilmek, günümüzde sahip olduğu kimliği tam anlamıyla anlayabilme açısından önem taşımaktadır. Bu yazıda söz konusu festivallerde boy göstermiş, Türk belgesel sinemasının geleceğinin birer parçası olarak gördüğüm beş yönetmene kısa metraj ve belgesel sinema ile ilgili beş soru sorarak elde ettiğim düşünceleri değerli okuyucularla paylaşmaya çalışacağım. Söz konusu inceleme, kısa metraj alanında üretim yapmış, festivaller gezmiş, diğer yandan bu alanda üretmeye gayret eden insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir eğitim kurumunda mesleki kariyerine devam eden biri olarak bendeniz için oldukça kıymetlidir. Günümüzde mevcut problemleriyle sürdürülebilirliği zorlaşan kısa metrajlı belgesel sinemanın sorunlarını ve geleceğini aktörlerinden dinlemek, umuyorum ki bu alanda hepimizin ihtiyacı olan iyileşmenin bir parçası olacaktır.
Türkiye’nin sinema tarihi ele alındığında uzunca bir dönem, belgesel sinemanın yeterince deşilmediği ve üzerinde çalışılmadığı artık sinema topluluklarınca bilinmektedir. Bu sebeple yakın bir zamana kadar belgesel sinemada tarih yazımı da iyi niyetli fakat yeterince detaylı ya da güncel olmayan bazı çalışmalar dışında irili ufaklı boşluklara sahipti. Günümüzde ise bu boşlukların tez, makale, deneme ve araştırma gibi türler aracılığıyla kapanmaya başladığı görülmektedir. Söz konusu çalışmalar tarih yazımı konusunda önemli olduğu gibi dönemin gereklilikleri göz önünde bulundurulduğunda Türk Belgesel Sineması literatüründe yeni açılımları da ortaya çıkarmaktadır. Bu amaca hizmet eden 2000 sonrası döneminin en akılda kalıcı çalışmalarından biri ise yönetmen, akademisyen ve araştırmacı Hakan Aytekin’in 2017 yılında hazırladığı Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Belgesel Sinema adlı çalışmasıdır. Çalışma, Türk belgesel sinema tarihini Propaganda Dönemi, Kültürel Hümanizma Dönemi ve Çokkültürlülük Dönemi başlıkları altında incelerken dönemin öne çıkan toplumsal özelliklerinin belgesel sinemadaki etkilerini kapsamlı bir biçimde ele almaktadır. Hakan Aytekin’in bu bölümlendirmesinin altında yatan önemli olayları kısaca inceleyelim.
Aytekin’in Propaganda Dönemi olarak nitelendirdiği 1895-1956 tarih aralığında sinemanın ortaya çıktığı ve devletlerin propaganda unsurları arasında hızlıca önem kazandığı görülmektedir. 28 Aralık 1895 tarihinde ilk gösterimi yapıldığı kabul edilen sinemanın Osmanlı coğrafyasına bu tarihten yaklaşık dokuz ay sonra geldiği, hem gösterimler düzenlendiği hem de çeşitli bölgelerde çekimler yapıldığı bilinmektedir. 20. yüzyılın ilk çeyreği bittiğinde dünya ile birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde de belgesel sinema, yavaş yavaş propaganda dönemini tamamlamış, 1950’li yıllarda Sabahattin Eyüboğlu öncülüğünde yeni bir anlayış çerçevesinde Kültürel Hümanizma Dönemi’ne giriş yapmıştır.
Kültürel Hümanizma Dönemi, adından da anlaşılacağı üzere hümanizm temelli bir düşüncenin ürünü olarak belgesel sinemada karşımıza çıkmıştır. Söz konusu kavramı ortaya atan Hakan Aytekin’in Kültürel Hümanizma Dönemi’ne yaklaşımı ise şöyledir:
SABAHATTİN EYÜBOĞLU’NUN HİTİT GÜNEŞİ
Belgesel sinemanın temel niteliklerinin belirginleştiği ikinci dönem olan Kültürel Hümanizma Dönemi’ndeki filmlerde tematik olarak ulusun türdeşleşmesi sorunsalı epeyce aşılmış; ulusun kökenine yönelinmiş, coğrafi anlamda yerellik tarihsel anlamda derinlikle buluşturulmaya çalışılmıştır. Dönemin belgesel filmlerinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde veya yakın çevresinde kalan eski uygarlıklar türdeşleş(tiril)meye çalışılan ulusun ve kültürün kökeni olarak kabul edilmiştir.
Bu anlamda göze çarpan ve ilgili dönemin başlangıcı olarak kabul edilen ilk film Sabahattin Eyüboğlu’nun 1956 yapımı Hitit Güneşi adlı çalışmasıdır. Türkiye’de belgesel sinemaya kurumsal çerçevede katkı sunan ilk kuruluş olan İstanbul Üniversitesi Film Merkezi bünyesinde çekilen Hitit Güneşi, Hitit Uygarlığı’nın inançlarını ve yaşam tarzlarını konu almaktadır. Ayrıca Eyüboğlu’nun bu çalışması, 1956’da düzenlenen Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülü kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sinema alanındaki ilk ödülünü alan yapım olarak da kayıtlara geçmiştir. 1950’lerden 1990’lı yılların başına kadar başta Sabahattin Eyüboğlu ve Suha Arın olmak üzere Ertuğrul Karslıoğlu, Hasan Özgen ve Behlül Dal gibi yönetmenler Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Türkiye’nin kültürel mirasını belgelemişlerdir. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise belgesel sinemadaki çeşitlilik, izleyici ile buluşma imkanlarına paralel olarak artmaya başlamış ve gelişen teknoloji ile birlikte tekrar bir yenilenme sürecine girmiştir. Toplumların yaşam alışkanlıklarını derinden etkileyen küreselleşmenin, belgesel sinema alanında da kendini göstermesi ve hatta reformlara sebep olması kaçınılmazdır. Dünyadaki bu değişim belgesel sinemaya yeni eğilimler, çok seslilik ve Kültürel Hümanizma kavramının ardında kalan yeni sorunsalların keşfi gibi meseleleri beraberinde getirmiştir. Günün sonunda küreselleşme hareketi belgesel sinemanın reformuna, Kültürel Hümanizma Dönemi’nin sonlanmasına ve Çok Kültürlülük Dönemi olarak adlanan yeni bir sürece girilmesine olanak vermiştir.
Y KUŞAĞI VE ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK
Çok kültürlülük kavramı, “türdeş” olmayan, farklı kimliklere sahip olmasına rağmen birlikte yaşamını sürdüren çok sesli toplumları tanımlamak için kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok kültürlülük kavramının bu açıdan günümüzde belgesel sinemanın içinde barındırdığı çok sesliliği de kavramsal olarak karşılaması kaçınılmazdır. Çok kültürlülük Dönemi’nin en belirgin özelliği, Kültürel Hümanizma Dönemi’nin tamamlanmaya başladığı 1990’lardan bugüne belgesel sinemamızda büyük “beylik” konuların yanı sıra herhangi bir işçinin, sıra dışı bir mahallenin, sosyal ya da siyasal bir olayın veya birtakım sıradan insanların ana aktör olduğu filmlerdir. Özetle, hala devam ettiği konusunda hemfikir olduğumuz Çok Kültürlük Dönemi’nde teknolojinin, globalleşmenin ve çeşitlenmenin belgesel sinemada yeni bir anlayış ortaya çıkardığı zaman dilimi olarak göze çarpmaktadır.
Şahsımın da içinde bulunduğu jenerasyon -günümüzün tabiriyle Y kuşağı- Çok Kültürlülük Dönemi’nin içinde üretim yapmaya başlamıştır. Söz konusu dönemin film yapım ve yönetimi noktasında pek çok avantajı olduğu aşikardır ancak objektif bir yaklaşım içinde dezavantajlarından da söz etmek yerinde olacaktır.
Üretimin sürekliliği için sahip olunması gereken her şeye erişimi kolaylaştıran, analog teknolojisinin maliyet ve pratiklik ekseninde yaşattığı zorlukları ortadan kaldıran, global iletişimi mümkün kılan ve ortaya çıkan çalışmayı tüm dünyanın beğenisine sunmanın böylesine kolay olduğu bir dönemde zorluklar nelerdir?
Sinema öğrenciliğinden başlayıp mesleki kariyerimi sürdürdüğüm şu yıllara baktığımda özellikle kısa metraj alanında “süreklilik” kavramının çok önemli olduğunu görmekteyim. Bu anlamda ulusal ve uluslararası festivallerde kendilerini ispatlayarak kariyerlerine devam eden bu yönetmenlere ilk sorularım belgesel sinema ile ilişkilerini nasıl kurduklarını anlamak yönünde oldu. Görünenin ötesinde bu soru biraz da belgesel sinemanın günlük hayatımızda ya da aldığımız eğitimde ne kadar önemli bir bileşen olduğunu görmek için de önemli bir fırsattı. Bu noktada verilen cevapların çeşitliliği epey ilgi çekici. Kimi belgesel sinemayla profesyonel bir eğitim programı aracılığıyla tanışmışken kimiyse ansızın sinemanın kapısını çalmasıyla ilk teması edinmiş. Artvin doğumlu yönetmen Fatih Ertekin anlatıyor:
“Belgesel sinema ile bizzat kendi evimde tanıştım. 2012 senesinde henüz lise son sınıf öğrencisiyken ailemi odağına alarak Karchal Dağları bölgesindeki yaşamı işleyen bir belgesel çekildi. Çekimler için gelen üç kişilik ekip yaklaşık bir hafta bizim evde kaldı. Hiç bilmediğim tanımadığım bir işin içinde buldum kendimi. Benimle de röportaj yaptılar. O zamana değin gözlemlediğim insanlardan farklı olarak yaptıkları işten inanılmaz keyif aldıklarını fark ettim. (…) O zamana kadar tanıdığım insanlardan çok daha farklıydılar. İyi bir sinemacının sahip olması gereken, her alanla haşır neşir olma durumu, sinemacı `entelektüelitesine` fazlasıyla sahiptiler. Ve çok etkilenip ben de daha sonrasında sinema eğitimi almaya karar verdim.”
TELEVİZYON VE İNTERNETİN BELGESEL SİNEMAYA ETKİSİ
Bu gibi güzel hikayelerin yanında belgesel sinema ile televizyon yahut internet aracılığıyla tanışmak da Çok Kültürlülük Dönemi’nin doğal bir etkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir deyişle tüm yönetmenlerin belgesel sinema ile bilinçli olarak tanışması, bu türe bir yönetmen ilgisi duymasından epey önce olmuştur. Bununla birlikte şimdiye dek aslında daha çok göz önüne gelmesi gereken bir karşılaşma senaryosunun eksikliğini, yönetmen Evrim İnci tamamlıyor. Evrim İnci’nin yanıtı sinema okullarında belgesel türünün sahip olduğu yere dair önemli ipuçları taşımaktadır:
“Lisans eğitimim süresince akademisyenlerimizin daha çok kurmaca filmlerden örnek vererek dizi / film sektörüne yönlendirme yaptığı dönemde çektiğim ilk kurmaca kısa film denemelerinden istediğim sonuçları alamadığımı ve anlatmak istediklerimi bu şekilde hikayeleştirmek istemediğimi fark ettim. Ardından aile bireylerimle amatör belgesel çekimleri yapmaya başladım ve istediğim duyguları aktarabildiğimi fark ettiğimde uygulamalı olarak belgesel sinemayla tanışmış oldum.”
SAHTE İLE GERÇEK ARASINDA KÖPRÜ GÖREVİ
Bilindiği ve anlaşıldığı üzere belgesel sinemayı diğer görsel sanat dallarından farklı kılan unsur, gerçeklikle olan ilişkisinden gelmektedir. Bu ilişki her ne kadar tartışmalı ve göreceli bir yapıya sahip olsa da vardır ve belgesel sinemayı, sinema içinden çıkarıp bir belge olarak toplum belleğine katkı sağlayan bir araç haline getirir. Benim için belgesel sinemanın en kritik eşiği, gerçekliğin esaretinden kopmakla geçilebilir. Bir anlamda sinema ve gerçeklik arasındaki ilişkinin yeterince anlaşılmasıyla yapımlar özgünleşir. Özetle gerçeklik ve sinemanın teması, tercihini belgesel sinema türünden yana kullanan yönetmenler için de en büyük sebeplerin başında gelmektedir. Yapımcı ve yönetmen Turan Kubulay bu durumu şu şekilde açıklıyor:
“Sahte ile gerçek arasında köprü görevi gördüğüne inanıyorum. Gerçeği sahteleştiren, sahteyi gerçeğe dönüştürebilen bir alan belgesel sinema. Gerçek hayatın hakikatiyle, kameranın hakikati arasındaki farkta ortaya çıkan hikayeler beni heyecanlandırıyor. Hayatta mutlak bir gerçek var fakat mutlak bir doğru yok. Belgesel sinema da aynı bunun gibi, mutlak gerçek (gerçeklik) benim doğrularımla yönlenebiliyor.”
Yönetmen, yapımcı ve senarist Batuhan Kurt ise belgesel sinema üretimine, gerçekliğin ve belgelemenin getirilerinden biri olan toplumsal belleğe katkısı sebebiyle karar verdiğini belirtiyor.
Belgesel sinema, diğer türlerin aksine gerçeklikle en büyük bağı kurmaktadır. Bu durum belgeseli benim için ilgi çekici hale getirmektedir. Gerçek insanlarla kurmuş olduğunuz iletişim, her an keşfetmeye hazır, öngörülemez yapısı ve bilinmeze uzanan yapım serüveni, beni belgesel yapmaya iten en önemli unsurlar arasında yer almaktadır. Ayrıca belgesel, belge niteliği taşıması, toplum dinamiklerini keşfetmemizi ve toplumsal hafızamıza katkı sağlaması açısından da benim için büyük bir önem taşımaktadır.
YÖNETMEN VE SET EKİBİNİN ŞARTLARA AYAK UYDURABİLME KABİLİYETİ
Bana göre belgesel sinema ile kurmaca sinemayı farklılaştıran en önemli unsur; kurmaca sinemanın şart yaratmak, belgesel sinemanın ise şartlara ayak uydurmak üzerine kurulu bir disiplin olduğudur. Kurmaca sinemanın başarısı, yönetmenin kabiliyetiyle sunulan imkanlar çerçevesinde yarattığı atmosfer ve oyunculuktaki başarı ile ilgilidir. Ancak belgesel, sinema yönetmenin konuyla ve çekim yaptığı yöreyle olan ilişkisi kadar derinlik kazanabilir. Her iki tür de paraya bağımlı değildir fakat belgesel sinema yapım sürecinde paranın çözemeyeceği durumlarla karşılaşmak, kurmaca senaryolu bir projenin tamamen kurgulanmış setinde yaşanacaklara kıyasla daha kolaydır. Bu açıdan bakıldığında başta yönetmenin ve set ekibinin şartlara ayak uydurabilme kabiliyetine sahip olması oldukça önemli bir durumdur. Kariyerinde sahip olduğu hemen hemen tüm projelerinde bunun faydasını gördüğüne inandığım Fatih Ertekin, bir diğer yandan bunun ekonomik olarak da kendisini zorlamadığını fark etmiş ve bunu şu şekilde dile getiriyor:
“Dürüst olmak gerekirse iyi bir kurmaca film çekmenin gerektirdiği iyi oyuncu, iyi prodüksiyon, mekan gibi birçok unsur da finansal olarak karşılayamayacak durumda olduğunda bir belgesel dili oluşturmak ve bu alanda ilerlemek daha mantıklı bir seçenek olarak karşıma çıktı.”
BELGESELE SİNEMACILARIN KARŞILAŞTIĞI ZORLUKLAR
Belgesel filmlerin görünürleşmesi Çok Kültürlülük Dönemi’nin en belirgin özelliklerinden biri olan teknolojik gelişmeler sebebiyle özellikle 2000’li yıllardan sonra ciddi bir ivme kazanmıştır. Her ne kadar yurt içi ve yurt dışı film festivallerinin, televizyon kanallarının ve dijital platformların sayısı artmış olsa da duruma yönetmenlerin tarafından bakıldığında henüz tam anlamıyla tatmin edici görünmediği ortadadır. Birbirinden bağımsız bu beş yönetmene yönelttiğim ve cevabını merakla beklediğim sorulardan biri de özellikle “kısa metraj” gibi başka bir mücadele de hesaba katıldığında belgesel sinema yönetmeninin karşılaştığı zorluklar üstüneydi.
Gözlemlerime göre Türkiye’de bir sinema ilgilisi, belgesel sinema türüne ilgi duymaya başladığında karşılaştığı ilk zorluk, mevcut ders programlarında belgesel sinema konulu dersler bulabilme mücadelesidir. Ardından karşılaşacağı bir diğer mücadele ise bu alanda hazırlanmış yazılı çalışmalar bulmak olacaktır. Son birkaç senedir umut verici bir grafik çizen Türkiye’nin belgesel sinema literatürü, uzun yıllar henüz yeterince deşilmemiş bir alan olarak araştırmacısını beklemekteydi.
Eğitimi geride bırakan yönetmen adaylarının sıradaki önemli mücadelesi ise film üretme yolunda karşılaşacakları maddi ve manevi zorluklar olacaktır. Bu noktada kısa metrajı tercih eden herkesin genel anlamda aynı zorlukları yaşadığını söylemek zor olmaz. Ancak günümüzün sinema piyasasında ve film festivallerinde, kurmaca filmlere daha büyük bir ilgi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlgi olan yerde imkanı bulmak kolaylaşmakta ve belgesel film yapımcıları bu ilgiden nasibini alamadığından limitli denebilecek fonlama mekanizmalarının kapısını aşındırmayı içgüdüsel olarak öğrenmek durumunda kalmaktadırlar. Söz konusu durum yeterince yatırım yapılamayan belgesel sinemanın ülke düzeyinde gelişmesini de yavaşlatmaktadır. Kişisel görüşüm bu yönde olsa da, genç belgesel yönetmenlerinin de birbirlerinden bağımsız aynı cevabı verdiklerini gördüm. Batuhan Kurt, üniversitelerdeki pratik eğitimin azlığından bahsederken kısa belgesel filmlerin dağıtımında ve diğer süreçlerde karşılaştığı problemleri şu şekilde izah ediyor:
YETERLİ EKONOMİK ALTYAPI SAĞLANAMIYOR
“Belgesel sinemanın karşılaştığı en büyük sorun, genel olarak yeterli seyirci ilgisine henüz ulaşamamış olmasıdır. Kısa metraj alanına özellikle değinmek gerekirse festivaller haricinde yeterli yayın ve gösterim olanaklarının yokluğu en büyük sorunlar arasında baş göstermektedir. (…) Diğer önemli sorun ise kısa metraj belgesellerde yeterli ekonomik altyapının sağlanamıyor oluşudur. Bu anlamda Kültür ve Turizm Bakanlığı belgesel destekleri haricinde hiçbir ekonomik fon ve yapım olanağı bulunmamaktadır. Bu sorun, film yapım alanında pratikleri olumsuz anlamda etkilemektedir. Dolayısıyla minimal ekipler ve yetersiz teknik ekipmanlarla yetersiz seviyelerde belgesel üretimleri gerçekleşmektedir.”
Enis Manaz film üretiminde standartlarını korumak adına karşılaştığı ekonomik zorlukları şöyle anlatıyor:
“Hızlı bir şekilde yol almak istiyorsunuz, ekip kuruyorsunuz ancak her çekim öncesi hazırlıklardan post prodüksiyona kadar geçen sürede karşınıza sürekli bütçe konusu çıkıyor. Çünkü ilerlemek ve devam etmek için paraya ihtiyaç var. Bu aşamada ekibi ve ekipmanları küçültmek ve bütçenin bir kısmını da cebinizden karşılamak zorundasınız.”
Fatih Ertekin ise bütçe husunda sürekliliğin önemini şu şekilde vurguluyor:
“Bir film, hazırlık sürecinden post prodüksiyon sürecine kadar maddi bir külfetten ibaret. Bir yatırım olarak düşüneceksek eğer, film için harcanan paranın bir şekilde geri dönmesi gerekiyor. Kar etmek bir yana dursun, filmin öncelikle kendini finanse edebilmesi önemli bir motivasyon. Aksi durumda sinemayla olan tüm bağ, bir şekilde zarar görmeye başlıyor.”
Bütçe problemi, film projelerinin sahadaki varlığını sağlaması ve kağıt üzerinde planlandığı şekilde tamamlanması açısından ciddi bir husus. Evrim İnci ise bütçe sorununu bir kenara koyarak Türkiye’deki kısa belgesel yönetmenlerinin başka bir alışkanlığına dikkat çekiyor:
“Genel bakış açısıyla değerlendirdiğimizde temel problemin geçmişten gelen belgesel geleneğini günümüze uyarlamadan devam ettirme ve yönetmenlerin bu sebepten ötürü kendilerinden bir şey katmadan içerik üretmeye çalışmaları olarak görüyorum. Belgesel anlatıcısının diğer filmler ve anlatılardan farklı bir dile sahip olması gerektiğine ve bu sayede uluslararası seviyede var olabileceğine inanıyorum.”
FİLM YAPIMCILIĞININ HOBİYE DÖNÜŞME SORUNU
Yönetmenlerin “zorluk” olarak değerlendirdiği konulara bakıldığında ülkemizde özellikle kısa metrajda henüz bir ticaret hacmi oluşamadığı görülmektedir. Yaşam şartlarının oldukça zorlaştığı ve ekonomik istikrarsızlığın daha ciddi yaralar verdiği şu atmosferde ciddi boyutlarda zaman harcanan bir projenin ekonomik getirisi elbette yapımcıları tarafından önemsenmektedir. Türkiye’de bu zaman yatırımının ekonomik olarak karşılığının pek de alınamadığı düşünüldüğünde film yapımcılığının zaman içinde bir hobiye dönüşmesi de kaçınılmaz olmaktadır. Günümüzde halen bir projenin fikir aşamasında da dağıtım aşamasında da yapımcısına kazanç elde ettirebileceği mecralar oldukça kısıtlı ve sürdürülebilir bir ticaret hacmine sahip değildirler. Bu durumda yönetmenlere sorduğum son soru ise kendilerine bu alanda yaptıkları üretimler ışığında bir gelecek görüp görmedikleri oldu. Bu noktada göze çarpan ilk husus ise cevapların tamamen ekonomik perspektiften gelmediği, film yapım / yönetim pratiklerinden biçimsel yeniliklerine kadar pek çok alan üstüne kurulu olmasıydı. Fatih Ertekin anlatıyor:
“İçinde bulunduğumuz dijital çağda, film yapım ve dağıtım pratikleri oldukça kolaylaştı. Öyle ki hemen hemen herkesin cebinde bulunan telefonlar bile birçok platformda yayın yapmak için yeterli duruma geldi. Özellikle bu dönemde çeşitlenen YouTube vb. platformların etkisiyle ‘belgeselci’ kavramının dönüştüğünü söyleyebiliriz. Kökü çok eskilere dayanan gelenekçi belgesel yavaş yavaş dijital kültürün yanında demode olmaya başladı. Tüm bu sebeplerle ve belgesel kavramının sınırlarının genişlemesiyle de bu alanda kendi fırsatını yaratabilecek insanların eskiye nazaran daha iyi bir mesleki geleceği olduğunu düşünüyorum.”
BELGESELİN REKLAM AÇISINDAN GÜCÜ
Batuhan Kurt ise belgesel sinemada geleceği düşünmenin süreklilikten geçtiğini düşünerek bunu şu şekilde izah ediyor:
“Belgeseller genellikle festivallerde yer aldıktan sonra yok olup gitmektedir. Sürdürülebilirliğin ve kalıcılığın sağlanması açısından yayın olanaklarının geliştirilmesi ve belgesel alanının endüstrileşmesi gerekmektedir. Bu anlamda belgesel yayını yapan sınırlı sayıda TV kanalı bulunmaktadır ve bu kanalların yöneticileri kısa metraj belgeseller üreten yeni yönetmenlere fırsat vermek anlamında hiç istekli bir görünüş çizmemektedir. Kısa vadede belgeselin mesleki geleceği açısından Türkiye’de önemli bir yol alınacağını düşünmemekteyim. Bu noktada dijital platformların çoğalmasıyla ve ticari kurumların, şirketlerin belgeselin reklam açısından da gücünü keşfetmesiyle birlikte zamanla olumlu bir değişim ve dönüşüm göstereceğini ummaktayım.”
Turan Kubulay, sürdürülebilirliğin özellikle günümüzün izleyici kitlesinin talepleri doğrultusunda arttığını ve bu talepleri karşılamak için dönemin şartlarına saygı duymak gerektiğini belirtiyor:
“Henüz kariyerinin başında genç bir sinemacı olarak altı yıldır aktif bir şekilde hem film yapım pratiklerimde hem de izlediğim-gözlemlediğim filmlerde aşırı bir bayağılık görüyorum. Sanki bir şablon var, herkes bu şablonun boşluklarını kendi verileriyle doldurup ortaya bir film çıkarıyor. (…) Eğer inovatif bir gelişim gösterilirse yakın ve uzun vadede belgesel sinemanın daha da geniş kitlelere yayılacağını öngörüyorum. (…) Amatör kameranın inandırıcılığı ve kamera erişiminin herkesin cebine kadar girip demokratikleşmesiyle beraber izleyici için gerçeklik yeniden yapılanmış ve hakikat arayışı daha da çoğalmıştır. Başkasının hayatı, başkasının gerçeği, başkasının hikayesi hepimizin olmuştur. Bu vesileyle belgesel sinema varlığını, izleyici talebiyle artırmaya devam ettirmektedir. Bu artış kararlılığını korumaya devam ederse gelecekte belgesel sinema sadece belirli bir zümrede değil ana akımda dahi muteber olabilir.”
GELENEKSEL USTA-ÇIRAK USULÜNÜN ÖNEMİ
Sinema eğitiminde kuşkusuz akademinin yeri oldukça büyüktür. Ancak geçmişten bugüne kuşaktan kuşağa aktarılan bir diğer yöntem ise zanaatın bulunduğu her disiplinde olduğu gibi geleneksel usta-çırak usulü eğitim biçimidir. Akademik eğitim kıymetli ve önemlidir; ancak geleneksel yöntemi de içinde barındırmadığı takdirde eksik kalacaktır. Akademide edinilen vizyon dahilinde hayal etmeyi ve tasarlamayı öğrenen yönetmen adayları, usta yönetmenlerin deneyimlerini görmeli, yorumlamalı ve anlamlandırmaya çalışmalıdır. Bu noktada sizlerle tanıştırmış olduğum bu beş yönetmenin tümü, bu yolculuğu doğru planlamakta ve kariyerlerini kararlılıkla sürdürmeye devam etmektedirler. Bu döngünün olması gerektiği biçimde devam etmesi belgesel sinema topluluğumuzun korunması ve Türkiye’nin kültürel mirasının görsel belleğine katkı sağlamayı sürdürebilmek açısından da oldukça önemlidir.