Türk ressam demek yetmez, sinema oyuncusu, heykeltıraş, baskı, grafik, gravür sanatçısı ve öğretim üyesi desem gene yetmez… Nasıl anlatmalı, nereden başlamalı, diye telaş ediyor yüreğim. En iyi bildiğim yoldan gitmeyi seçiyorum. Yani sevgili dostlarım Eda ve Elvan’ın babası, şahane insan Süleyman amcayı, sanatı üzerinden anlatmayı…
YAZI: BELKIS KAMUT AKTÜRK
1940 yılında dünyaya geliyor Süleyman Saim Tekcan. Babası Mehmet Temel Tekcan, döneminin kıymetli isimlerinden. Vazifesi cami imamlığı ama o, devrin avukatlığına denk gelen katiplik de yapıyor. Trabzon’da kalabalık bir ailede doğuyor Tekcan. Babası çok önemli bir figür onun için. Üstelik erken vefat ediyor. Bu nedenle ilk sorum babasına dair oluyor. Hadi şimdi onu, ondan dinleyelim…
Babanız desem…
Babam Hoca Temel Efendi, annesi Çerkez kadını, adı da Lale Sümbül. Mecidiyeköy Meydan’daki at heykeli onun adını taşıyor. Trabzon’un iki önemli hocasından biri. Küçükken babamla mevlüt okumaya, camilere namaz kılmaya giderdik. Ben çocukluğumu çok güzel yaşadım. Şimdiki çocuklar bu kadar şanslı değil. Çukurlar olurdu. Yağmurda suyla dolar, çamurlar yumuşardı. Ellerimizi daldırıp heykel yapardık. Sanatla ilk buluşmamızdır. Büyük Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin çocukları olarak şanslıydık, parasız okullarda okuma imkanı bulduk. Bu okullarda çok üstün vasıflı öğretmenlerimiz vardı. Asiye Hanım, Zihni Karsan mesela. Onları hiç unutmadım. Fotoğraflarını büyütüp duvarlara astım. Her şeyi ile gece gündüz demeden eğitim verdiler, bizi terbiye ettiler. Yolda nasıl selam verileceğini de öğrettiler.
Anne ev hanımı ve eşinin erken kaybı onu yoruyor. Evlatlarının bir an önce meslek sahibi olmalarını istiyor. Hem Süleyman amcayı hem de ablasını öğretmen okuluna veriyor. Tüm hayali mezun olur olmaz vazifeye başlamaları. Ama 21 yaşındaki Süleyman’ın aklı okumakta. Ve hedef Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü, değil mi?
Trabzon Lisesi’nin ortaokulunu başarı ile bitirdim. Liseye gitmek istiyordum, annem, “Seni okutamayız, lütfen kaydını öğretmen okuluna yaptır” dedi. Bana takım elbise yaptırdılar, ben o elbiseyi 3 yıl boyunca giydim. Çok iyi bir öğrenci idim.
Hedef, beden eğitimi öğretmeni olmak. Ancak sınava az zaman kala patlayan apandisit, planları bozuyor. Zira iyileşince, sınavı yaklaşan resim bölümünün sınavına giriyorsunuz.
Evet, vakit kaybetmek istemedim, resim dersim de çok iyiydi. Trabzon’da ön eleme sınavı yapıldı ve tek kazanan oldum, Gazi’ye davet edildim. Elbisenin içi dışına çevrildi, o elbise ile sınavlara gittim. Tahta bir bavulum vardı, kilidi kırık, ben de iple bağlamıştım. Sınavlarda sadece yetenek değildi aranan. Konuşması düzgün mü, kılığı nasıl gibi pek çok hususta öğretmen olup olamayacağına karar verilirdi. Ama hep üniversite hayalim vardı.
İstanbul Atatürk Ensitüsüne gelmeme sebep olan hocam Şinasi Barutçu’dur. Bir gün beni aradı, “Burada grafik atölyelerini kuracak kişi olarak seni seçtim, Bakanlığa teklif ettim” dedi. Piyango deseniz piyangonun üzerinde bir şey bu. Henüz 28 yaşındayım. Ve oraya kurucu hoca olarak geldim.
Gazi Eğitim, size ufuk açan yerlerden biri. Hocalarınız arasında efsane isimler var. Refik Epikman, Şinasi Barutcu, Veysel Erüstün gibi.
Evet, oradaki hocalar ulaşılması imkansız isimlerdi. Avrupa’da eğitim görmüşlerdi. Bize eğitici olmayı da mesleği de öğrettiler. Resim-İş Bölümünde okudum. Her şeyi öğretebilelim diye modelaj, heykel, resim, desen, ağaç işleri, maden işleri, dil eğitim gibi tüm donanım veriliyordu.
1961 yılında da Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünden diploma alıyorsunuz. Sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümünden lisans, daha sonra da Mimar Sinan Üniversitesinde Güzel Sanatlar Fakültesinde Sanatta Yeterlilik eğitimini tamamlıyorsunuz.
Gazi Terbiye’yi (Gazi Eğitim) bitirince Artvin Öğretmen Okuluna tayin oldum; bir yıl resim ve beden eğitimi hocalığı yaptım. Sonra İstanbul Tuzla Piyade Okuluna yedek subay oldum.
Hayatın hızla aktığı zamanlar… Sanat, eğitim, taş baskı derken bir de sinema giriyor devreye. Günümüze dek ulaşan önemli eserlerde oynuyorsunuz. Çiçekçi Kız, Sevgim ve Gururum ve Sevgili Öğretmenim filmlerinde rol aldınız. Hele ki Sevmek Zamanı… Sinemanın hikayesi nedir?
Yedek subayken Trabzon’da amatör bir tiyatro kulubü kurup “Zafer Madalyası” oyununu sahneye koyduk. Baş oyuncuyum. Altı ay kapalı gişe oynayan bir tiyatro, belki de bir ilk idi. Fotoğraflarımı Ses Mecmuası’na göndermişler. Haberim yok. Tunç Okan birinci, ben ikinci oluyorum. Metin Erksan gibi dahi bir yönetmenle Sevmek Zamanı’nda oynadım. “Sevgili cön abi” diye başlayan, belki binlerce hayran mektubu gelirdi. Ama sinemadan para kazanamadığım için Işık Lisesinde müdür yardımcılığım sürdü. Karın tokluğuna sinema yapılıyordu, kalsam belki para kazanabilirdim ama ben sinemayı tamamen bırakıp Trabzon’a gittim. Hikayenin önemli kısmı bu. Işık’ta gördüğüm okulculuğu uygulayarak öğretmen olan kardeşlerim ve eşimle önce anaokulu, sonra ilkokul açtık.
İstanbul Atatürk Enstitüsüne gelmeme sebep olan hocam Şinasi Barutçu’dur. Bir gün beni aradı, “Burada grafik atölyelerini kuracak kişi olarak seni seçtim, Bakanlığa teklif ettim” dedi. Piyango deseniz, piyangonun üzerinde bir şey bu. Henüz 28 yaşındayım. Ve oraya kurucu hoca olarak geldim, yer Fikirtepe, yıl 1968 idi ve 1975’e dek görev yaptım. Ancak Milli Cephe Hükümeti iktidara geldi. Alanında tek olmama rağmen sol görüşlü olduğum düşüncesi ile beni başka bir yere atadılar. Bu sırada bana çok yer talip oldu, özellikle akademi ısrarla beni çağırdı. Hepsine benim adımla anılan yaş baskı tekniği ile bir sunum yaptım ve hoca oldum. Eğitim Enstitüsü’nde 1416 sayılı kanunla Almanya’ya gönderildim. Alman akademilerinde baskı sanatları ile ilgili imkanları, eğitimleri inceleyip dönüşte Bakanlığa bir teklif yaptım. Türkiye’deki okullarda baskı atölyelerinin kurulması ile ilgili hazırladığım rapor onaylandı.
Sadece sinema tarihinde değil bıraktığınız izler. Sizin adınızla Tekcan Tekniği olarak anılan baskı tekniği var. Altı renk içinde sizi sonsuz renge ulaştıran bir teknik bu. Üstelik yaş baskı tekniği denilen ve dünyada ilk defa kullanılan bir teknik. Bu süreç nasıl gelişti?
Ofsette de tipografide de serigrafide de pitografide de bütün baskılar tek renk yapılır, kurur; ikinci renk yapılır, kurur; üçüncü renk, dördüncü renk yapılır, kurur. Böylece baskı sürer. Ama boyaları kurutarak resim yaptığınız zaman, her yeni boya kuruyan boyayı kapatır. Sonsuz renk skalasını elde etme düşüncesiyle bu teknik gerçekleşti. Beş tane masa kurdum. Renkleri yaş iken masalardan geçirdim. Yaş boyalar üst üste geldiği zaman ara tonlar oluyor böylece yaş baskı tekniğini buldum. Çok farklı yerden sadece sanatçılar değil ders veren profesörler bile Türkiye’ye geldiler.
1968-1975 yılları arasında Atatürk Eğitim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştınız ama eş zamanlı olarak da (1970-1971) Almanya’da baskı eğitimi üzerine araştırmalardasınız.
Almanya’da baskı sanat atölyelerinde araştırma yaptım. Özellikle Münih Akademisinde çalıştığım profesöre, Türkiye’den öğrencilerimin yaptığı işleri gösterdiğimde söylediğini unutmuyorum. “Siz bunları sanatçılara yaptırdınız, öğrenci baskısı diye bana getirdiniz.” Düşünün o kadar mükemmel öğrenci işleri vardı ki! Bir nüshası halen bende.
Evrensel sanat ölçütlerine estetik bilgiler eşlik ediyor. Ve sizin ilk atölye açılıyor. Bu enteresan bir dönem aslında. Diğer sanat dalları yanında özgün baskının ağırlığının hissedildiği dönem. 1974’te Kuyubaşı Aralık Sokak’taki atölyenin adı ne idi?
Baskı atölyesi idi, ismi bile yoktu. Ama daha sonra Alte Grafik oldu. Sonra Çamlıca Sanat Evi oldu zaman içerisinde değişti.
Bin bir emekle kurulan bu atölye özel zira atölyenin gravür presi, serigrafi makinesi ve kurutma rafları gibi tüm makine donanımını siz yapıyorsunuz. Nasıl yaptınız?
Yurt dışından makine getirmek çok zordu. Almanya’da çalıştığım imkanların içerinde makinelerin fotoğraflarını çektim, çizimlerini yaptım. Türkiye’de ilk gravür presini bir atölyede oradaki ustalarla gerçekleştirdim.
Ve siz bu atölyede kendi baskılarınızı üretmeye başlıyorsunuz. Üstelik diğer sanatçılara da kapınızı açıyorsunuz. “Karşılıklı bir alışverişti” diye tanımlıyorsunuz bu zamanları.
Makineleri yaptım, atölyeyi kurdum. Pek çok sanatçı arkadaşım gelip çalışıyor. Alışveriş ama aramızda hiç para konuşulmuyor. Baskı yapılıyor biz bütün masraflarını karşılıyoruz yapılan baskının bir kısmını bize bırakıyorlar. Şu an elimizdeki 25 bin adet sanat eseri, bu imece usulü çalışmadan bize hediye edilen baskılardır.
Eğitimciliğim tüm vasıflarımın önündedir. Öğretmekten büyük keyif alıyorum. İdarecilik yaptım çok önemli işlere imza attım. Sanatımın bile önünde tutuyorum, sanat eğitimciliğimi.
Güzel insanlar, önemli isimler hem sanat eseri üretirler hem de sanat sohbetleri ile dahil olurlar.
Türk sanatı ne olmalıdır, tartışılıyordu. Türk sanatının önemli noktasıdır. Bu sohbetler sonucu, bazı sanatçılarla Anadolu uygarlıkları üzerine sanat inşa etme konusunda birleştiğimizi burada vurgulamak istiyorum. Çünkü batıya gidip orada eğitim gören hocalar, yerelde o atölyelerin hocalarının tekniklerine uygun resim yaparlardı. “Türk resmi ne olmalı?” sorunsalı içinde pek çok sanatçı kendi kimliğini oluşturuyor. Resme bakıldığı zaman bu eser şu sanatçının demeniz gerekiyor.
Sanatçı alamet-i farikasını buluyordu.
Aynen öyle. Benim resmime bakıp bu Süleyman Saim Tekcan demiyorlarsa ben, ben değilim. Picasso’ya, Matisse’ye benzer resim yapmakla, başka sanatçılara benzeyen resimleri yapmakla sanatçı olunmuyor. İcra ve yaratıcılık diye iki kelime var.
Sohbetler büyüyünce yerin de büyümesi gerekti. 1977 Haziran’ında yeni adres Söğütlüçeşme oldu. Sizin ifadenizle “Türk Sanatı Platformu” olan bu atölyede neler konuşuldu, hangi işlere imzalar atıldı?
Sığmaz oluyorsunuz, mekan olarak büyüme ihtiyacı doğuyor, sohbetler de devam ediyor. Burada bahsetmem gereken bir şey var. Nurullah Berk’in anlattığı bir şey. Sergi komiseri olarak Paris’te bir sergi organize eder. Sergi büyük bir kalabalıkla açılır. Bir Fransız eleştirmen serginin komiserini arar ve Berk’e gelir. “Türk sergisi nerede?” diye sorunca Berk, duvardaki Türk eserlerini gösterir. Eleştirmen, “Mösyö, bu eserlerin bir kısmı Picasso’ya bir kısmı Matisse’e bir kısmı şuna, buna benziyor. Türk resmi nerede?” der. İşte o günden sonra bizim atölyede konuşulan konuların nirengi noktası bu olur. Bizim kültürümüzün altyapısı olan Anadolu medeniyetleri kültürü üzerine “Sanat nasıl olmalı?”yı konuşmaya başladık. Burhan Doğançay’ın kurdelelerinde gördük, gölgeleri kaligrafik etkilidir. Erol Akyavaş’ta da kaligrafiden yararlanma etkisi başlıyor. Bizde çalışan Ergin İnan da kullanmaya başlıyor. Çok önemli tartışmaların yapıldığı, düşünceyi resme taşıyan bir yapı oluşturan bir okul oldu. Dünyanın farklı yerlerinde yapılan bianellere burada üretilen sanatçı işlerini gönderiyorduk ve orada ödüller alıyorlardı. Böylece Türk sanatının dünyada duyulmasının biraz da sebebi olduk.
Benim resmime bakıp bu Süleyman Saim Tekcan demiyorlarsa ben ben değilim. Picasso’ya, Matisse’ye benzer resim yapmakla, başka sanatçılara benzeyen resimleri yapmakla sanatçı olunmuyor. İcra ve yaratıcılık diye iki kelime var.
1980’lerde sanatçıların telaşı, kimlik ve özgünlük olur. Devreye eski Anadolu uygarlıkları girer. Üstelik Osmanlı sanatı da tekrar ilgi odağı olur. Mesela hat… Atlar ve Hatlar sergisi mesela.
Dünya soyut sanatının şaheseridir kaligrafi. Çünkü okuma yazma bilmeyen de ona baktığı zaman onun estetiğini soyut sanat olarak görebilir. Kaligrafi estetiği ile atı buluşturdum. Niye buluşturdum? Emin Barın, Gazi Terbiye’den mezun, akademide beraber çalıştığımız bir hoca. Çok kıymetli biri. Bir tuğra yazdı bana. “Bunu sana yaptım çünkü Trabzon’da iki önemli Süleyman yetişti; bir Kanuni Süleyman biri de sensin”dedi. Bu tuğranın daha sonra tezhibini yaptırım çerçevelettim. Ben de Emin Barın’a “Siz bana bir görev verdiniz” dedim. Bir kitap hazırladım, adı Süleymanname. Sadece 8 tane. İkisi yurt dışında. Bizim kültürümüzle bağ kuran bir kitap. İçerisinde pek çok gravür var. Osmanlıca, Türkçe ve İngilizce yazıldı. Bir kitap daha hazırlıyoruz. Adı “Atname” ve bu adı taşıyan bir sergi olacak. İçinde 27 gravür var. Gene Osmanlıca, Türkçe ve İngilizce yazıldı, tezhipleri yapıldı. Tek orijinal kitap olacak, belki 20 tıpkı basımı olacak, belli değil. Hat ve minyatür sanatımızın ustaları, eski hattatların yazılarını kopya ediyorlar. Mesele Karahisari’nin besmelesini aynen yazmak değil. Kendi besmelelerini kendi formları ile yazıyı, kaligrafiyi düzenlemeleri doğrusu. O zaman Karahisari değil Ahmet ya da Mehmet olur. Minyatürde de öyle. Kendi konularını işlemeleri lazım. Benim “Süleymanname” öyle. Eskilerin üzerine basan ama eskiye benzemeyen çalışmalar. “Atname” de öyle olacak. “Sanatçı, kendi olan kişidir” diye tanımlıyorum. Yani eserine bakıldığında, adı söylenince. Yoksa başka biri olur. Sanat böyle bir şey.
1984 yılında Artess Çamlıca Sanat Evini kurdunuz. Projesi Cihat Burak tarafından kasap kağıdına çizildi. Sanat Evi projesi olarak örnek oldu. Müzeye doğru giden yol oldu. Plastik Sanatlar Tarihi’nin yazıldığı bir yol. Bir ekol belki de. Sanatçılar geliyor, eserlerini yapıyor. Sanatçıdan beklenen maddi bir şey yok. Anlaşma, belli sayıda üretilen eserlerin, bir kısmının buraya bırakılması üzerine olur. Öyle ki yapılan plakalar, yazılan çizilen her türlü belge imha edilir. Bu, büyük bir güven oluşturur camiada. Çok sayıda kıymetli eser birikir. Bu birikimler müzenin temel taşlarıdır aslında ve belki bu da dünyada bir ilk, değil mi?
İMOGA (İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi) dünyada kuruluş şekli açışından başka örneği olmayan bir müzedir. Adnan Turani geldi bir ay kaldı, başkası iki ay kaldı. Çok insan ağırladık. Müze hem Türk sanatına başka bir boyut kattı hem de bu kadar eserin sergilenmesi, sanatçıların yaşamasını sağladı. Her zaman söylüyorum; Türkiye’de uluslararası dev bir müze yapmazsanız Türk sanatçısı uluslararası yarışamaz. Biz grafik sanatlarda bunu başardık.
Dünyanın merkezi neresi?
Bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz İMOGA Müzesinin yer seçimi de enteresan olmuş. Merkezi olsun diye Tünel bölgesi dahil, pek çok yere bakılır ama metrekareler yetmez. Işık alan bir müze istenir. Ve bir gün kızlara “Ben bir arsa aldım” diyerek geliyorsunuz. Ve “Siz şakülü nereye koyarsanız dünyanın merkezi orasıdır” diyorsunuz.
Dünya yuvarlak, küre. Nereye koyarsanız merkez orası. Elimizde 25 bin eser vardı ve bu eserlerin sunulması lazımdı. Dünyanın her yerinde bir müze yapılabilir o müze o yeri ünlendirir, geliştirir. Burası da çok önemli bir yer haline geldi AVM bile yapıldı. (Gülüşmeler…)
İlk özel sanat müzesi siz misiniz?
Belki vardır ama sanat müzesi değildir. Cumhuriyet döneminde müze binası inşaatı olarak, çağdaş sanat müzesi olarak yapılan ilk bina İMOGA.
Müzenin isim hikayesi çok zarif. Herkes Tekcan Müzesi olması isterken siz “Ben bu işi adım için, soyadım için yapmadım” diyerek itiraz ediyorsunuz. Uluslararası bir çalışma yapılıyor pek çok kişiden öneri alınıyor ve…
Benim adımla da olabilirdi. Ama bunu arzu etmedim. Evet sorduk, pek çok öneri oldu, kısaltılmşı İMOGA olan İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi ismini hepimiz çok beğendik. Uluslararası bir müzede isim önemli.
Süleyman Saim Tekcan denilince ilk akla gelenler, özgün baskılarınız ve heykelleriniz. Desen olarak da atlar. Atları seyretmenin ve at resmi çizmenin çocukluğunuzdan gelen bir tutku olduğunu biliyorum. Neden at?
Dünyada iki tane yaratık var, estetik ölçü olarak altın kesim ölçülerine sahip; insan ve at. Eğer at olmasa idi dünyada hiçbir imparatorluk kurulamazdı. Çin İmparatoru terrakotadan kendi ve askerlerinin heykellerini yaptırıyor ve asker sayısı kadar at heykeli de yaptırıyor ve gömüyor. Onları gördüğümde bir kez daha düşündüm. İnsana en yakın olan yaratık at. Ve atlar da kendi aralarında konuşuyorlar.
Ve son sorum. 60 yıllık sanat hayatınızda öğrenci de oldunuz, öğretmen de, hoca da oldunuz, dekan da. En çok hangisini sevdiniz?
Bunların hepsinin bütünü olan bir insanım ben. Hiçbirini ayıramam. Eğitimciliğim tüm vasıflarımın önündedir. Öğretmekten büyük keyif alıyorum. İdarecilik yaptım çok önemli işlere imza attım. Sanatımın bile önünde tutuyorum sanat eğitimciliğimi. Çok okuyorum, çok geziyorum. Dünyanın her yerini gezdim, müzeleri, eğitimleri izleyen bir insanım. Tüm bunlar benim yetişmem, bu ülkeye yararlı olmam için olmazsa olmazlarımdı.