Ressam Ahmet Özel, varoluş sorgulamasını, soyut fırça darbeleriyle yapıyor; resimleriyle insanın ve evrenin özünü arıyor: “Sanat bir güneş olmalı, ışık olmalı, ısıtmalı, ışığını yansıtmalı diye düşünüyorum.”
SÖYLEŞİ: İLKNUR EŞSİZ
FOTOĞRAFLAR: AHMET ÖZEL ARŞİVİ
Her birimizin içinde yaratıcılığa dair en az bir tohum, bir yetenek, yönelim var, olmalı! Bazılarımız bunu keşfedip kendini bu yolla ifade ederken bazılarımız ise keşfetme yolculuğuna çıkmıyor, hatta bu yeteneği aramıyor bile. Oysa ruhumuza ve varoluşumuza o kadar gerekli ki o arayış! Bu yaratımı dışa vuracağı kanalı bulmuş olan sanatçı ise hangi tür olursa olsun, eserinde söylemek istediğini söyleyip eserini dış dünyasına sunuyor. Eser izleyiciyle buluşmaya başladığında onların yorumuyla farklı biçimler, farklı anlamlar kazanabiliyor. Soyut resimde bu yaratma eylemi daha çok içsel, psikolojik ve sosyolojik altyapıyla şekilleniyor. Geçen yaz Mersin’in Borcak Yaylası’nda düzenlenen Arnica Art Land Sanat Çalıştayı’na katılan akademisyen ressam Ahmet Özel de varoluşa, evrene, insana, canlı ve cansıza dair sorgulamalarını kendi deyimiyle “pentürün aydınlattığı yol” üzerinden yapıyor. Sanatsal sorumluluk gereği, sanatın bir güneş ve ışık olduğunu söyleyen Ahmet Özel ile -varoluşa dair soru ve cevaplara büyük ilgiyle yaklaşan biri olarak- en keyif aldığım sohbetlerden birine imza attık.
Sizin soyut resme, pentüre yönelmeniz nasıl oldu?
Soyut resme hemen bir anda, bir kararla başlamadım. Soyut resme geçiş için tüm plastik, akademik eğitimler sonucunda kazanılanların bir görme ve yaratma duygusuyla bir araya getirilip evrilmesini beklemem gerekti.
Kendi resim dönemlerim açısından baktığımda benim de bir klasik dönemim var. Akademi mezuniyetim sonrasında bu yönelim yaklaşık 10 yılımı aldı diyebilirim. Ama o 10 yılda yavaş yavaş geçişler yaparak -ki ben de nasıl geçtiğimi bilmiyorum; o göz sizi oralara kadar getiriyor ve bir bakış oluşturup oradan da süreç evriliyor- soyut ve somut karışımı bir yolda ilerliyorsunuz. Eserlerin mutlaka bir göndermesi de oluyor. Benim arayışımda soyut tavır sadece renk ve formların akademik kurallara göre düzenlenmesi değil. Kompozisyonun geri planında bir hikayeye, bir forma atıf yapan, figür gibi görünen ama figür olmayan, ev gibi görünen ama ev olmayan, ağaç gibi görünen ama ağaç olmayan çok şeyler dahil oluyor resminize.
İnsanın ve evrenin varoluşuna dair felsefeyi resimleriniz aracılığıyla yapıyorsunuz. Soyut çalışmak bir ressam olarak size ucu bucağı olmayan bu konularda özgürlük sağlıyor mu?
Uzun süredir “İç Sesler”, “İç Manzaralar” gibi kavramlar üzerinden kendi iç dünyamın keşfine yolculuk yapıyorum. Aslında yaşam boyunca hepimiz bunu yapıyoruz. Ben bunu resmimle, pentürün aydınlattığı yol üzerinden yapıyorum. Bu başlıklarda, kendi dünyamızın karanlık ancak keşfetmemiz için bizi bekleyen dehlizlerini görmeye, anlamaya ve oradan kendimizi tanımaya yönelik bir yolculuk kastediyorum aslında.
Bu kavramlar üzerinden içimizde var olan cennete, huzura atıflar yapıyorum. Tanrı’nın içimizde yankılanan sesi ile resim diliyle bir ilişki kuruyorum. Bu kavramlar üzerinden, ilk günahtan önce de var olan evrenin ilahi düzenini, yaratılışı anlamaya, anlatmaya çalışıyorum.
Soyut resim ya da diğerlerinde başlarken bir taslağınız var mı? Akışa mı bırakıyorsunuz kendinizi?
Resim eylemine başlarken tuvale Tabula rasa* gibi davranıyorum. Sonra tüm imge ve formlar, kafamın, el hafızamın içinde dolaşmaya başlıyorlar. Resmi onlar yapmaya başlıyor. Hafızamdaki taslakların bu süreçte pek önemi olmuyor. Çünkü her şey, bu eylemde hep şekil değiştiriyor. Bu eylemin heyecanını böyle yaşıyorum.
Ressam bir anlamda bir kıyafet giyip bir şamana bürünebilir. Resmi üzerinden izleyiciye, güzel ve iyileştirici bir aura sunabilir, alan yaratabilir.
“İçsel Yolculuk” temalı serilerinizde soyut yaratımın sizi daha özgür kılmış olması mümkün mü?
Hepimizin olduğu gibi benim de kendi hikayem var. İfade etmek anlatmak istediğim resmin sınırları içinde devamlı kurcaladığım bir hikayem var. Yalnız “Hikayem şudur” diye anlatmak şeklindeki vurgulayıcı tavrı, resim plastisizmi açısından uygun görmüyorum. Çünkü onu o şekilde netleştirdiğinizde o sizin hikayeniz oluyor. Peki karşı tarafa, izleyiciye vereceğiniz nedir? Kendi hikayeniz midir? Değildir, sadece bu olmamalıdır. İzleyen, resimde kendi dünyasına dair belli göndermeler alabiliyorsa sanatçıyı kendi dünyasına sokuyor demektir. Eserin sizin için yarattığı anlam farklı, izleyici için yarattığı anlam farklı çünkü. Soyut resmin yarattığı anlam genişliği, güzelliği de o. Resim öyle de olmalı, bu şekilde geniş alan açarak izleyicinin onu içselleştirmesini sağlamalı.
Sizin serilerinizde konu akışında bağlantılı bir gidişat var gibi. Bu bilinçli bir seçim mi?
‘90’lı yıllardan itibaren, yavaş yavaş bir soyut anlatıma yöneldim. Burada yaratılış kavramı çok önemli. “Ben kimim? Ben nerede yaşıyorum? Hangi atmosferdeyim, hangi doğanın içindeyim? Bizi var eden kaynaklarımız nedir? Resme başlarken tüm malzemelerimiz bu sorular. Bu malzemeler üzerinden bir kavrama ya da duygu dünyasına girdiğinizde kendi kendine oluşan bir süreci de takip ediyorsunuz.
İÇE KAPANMA DÖNEMİNİN ARDINDAN…
Şamanizm vurgusu olan “İç Sesler”deki tablolarınız çok etkileyici. Bu seriyle ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?
2005 yılında annemi kaybettim. Bağlılığın ya da yakın olmanın getirdiği derin boşluk duygusuyla “içe kapanma dönemi” diyebileceğim bir zaman yaşadım. Sonrasında duyguların bir şekilde bedensel bir bağa ihtiyaç duymadığını, insanı kuşatan ve iyileştiren duygular olduğunu idrak edince -ki bunun için üç yıl gibi bir zaman gerekti – büyük bir açılma, aydınlanma oldu. Bu hal kompozisyonlarıma da yansıdı. Renklerin ya da formların insanı iyileştirebileceğini, iyi hissettirebileceğini düşündüğüm bu dönemde, bu şekilde işler çıkmaya başladı. Bu, benim yeni ruh halimin bir yansımasıydı. Mensubu olduğum kültürün temelinde yer alan Kafkas mitolojisi ve Pagan inançlarımız, iyileştirme üzerine olan ritüeller, seremoniler, sofralar üzerine de kompozisyonlar yapmaya başladım. İnsanın kendisinin de bir şaman olduğunu düşünmeye başladım. Ressam bir anlamda bir kıyafet giyip bir şamana bürünebilir. Resmi üzerinden izleyiciye, güzel ve iyileştirici bir aura sunabilir, alan yaratabilir diye düşünmeye başladım. Resimde yeni dönemde bu düşünceler üzerinden yol almaya başladım.
“İç Güneş” diye de bir serim var. Orada da gece-gündüz, ay-güneş, karanlık-aydınlık gibi diyalektik anlamda insanı var eden tüm bileşimleri sağlayan o karşıtlıklara kompozisyonlarıma yer verdim. Karşıtlıklarda negatif duygu ve alanlarına da çok saygın anlamlar yükledim. Pozitif dünyanın anahtarının negatif alanda saklı olduğu, tersten bu alanın umudu yeşerten bir anlam taşıdığı düşüncesine atıf yapan formlar, simgeler kullandım. Kompozisyonlarıma kullandığım yoğun kontrastlarla, izleyiciye kendi dünyasında, anlam denizinde yolculuğa çıkarmak istedim. İzleyici kendi dünyasında o formları yoğursun ve onunla uğraşsın, kendini iyileştirsin istiyorum. Resmimi kendi dünyam ile sınırlamak istemedim. Resmin izleyici ile birlikte var olan bir aura olduğunu düşünüyorum. Kendi duygularımdaki, ruhumdaki olumsuzlukları “Bu benim iç dünyamın yansımasıdır” edebiyatını kullanmak istemiyorum. Sanat adına yapılan her yaratım, bir güneş olmalı, ışık olmalı, ısıtmalı, enerjisini yansıtmalı. Şamanlar da bunu düşünmüşler. Resim de şamanların yapmaya çalıştığı gibi insanı iyileştirmeli.
İnsanın ve evrenin varoluşuna dair bu kadar çok üretim yapınca mutlaka başka okumalar yapmışsınızdır. Varoluşa dair bir çıkarımınız oldu mu?
Hepimiz o soruları soruyoruz kendimize. Bunları sorarken amaçlanan aslında kendimizle yüzleşme, hesaplaşma, varlığını sorgulama… İnançlar var ama bunu tek başına yapamıyorlar. İnançlar, sorgulamayı değil, kabullenmeyi öne çıkarıyor. Ama sanat, üretilmiş tüm kavramları sorgulatabiliyor. Karşı tarafa seçim alanı bırakarak çok daha geniş bir alan açıyor insana. Sanat, insanda özgürlük duygusu yaratıyor. Sanat eylemini yaşarken kendi duygularımızı alıyor sessiz bir limana götürüyor ve orada sorgulamaları yapıyorsunuz. Sanat, bu eylem sırasında sanatçıya büyük bir aydınlanma yaşatıyor. Kendinizle açık seçik konuşmalar yapıyorsunuz. Sanat bir özgürlük alanı demiştik. Ben bu duygularla resim yapıyorum. Bu özgürlük alanı, sanatçıya iyi geldiği kadar izleyiciye de iyi geliyor. Sergilerde bu duyguya çokça şahit oldum. Resmin üzerinden kendini iyi hisseden, bunu ifade eden, bir resim üzerinden ortak bir dünyada buluştuğumuz, konuştuğumuz insanlar oldu. Bu yaşadıklarım, insanlar arasında sanat üzerinden ne kadar anlamlı bir alışverişin olduğunu gösteriyor bana. Benim de resimde aradığım, bulduğumda ise mutlu olduğum şey bu.
Resim sizden çıktıktan sonra kendi yolculuğunu yaşıyor. Siz o resme her zaman sahip çıkamazsınız. Sizden çıkan bir parça tamam, bunu anlıyorum ama resminizin sizden sonra karşılaşacağı insanlar onu başka bir kimliğe dönüştürebiliyor. Bir başkasının duvarında kendi çocukluğuna dair bir anı, başka duygulara da karşılık gelebiliyor. Şaman bizim dışımızdaki bir iyileştirici değil. Kendimiz de sanatla yaşatacağımız bir ruh haliyle şamanın görevini yapabiliriz. Sizin başta da dediğiniz gibi hepimizin yaratıma sokmayıp kendi bireysel özelliklerine yönelik bastırıp ortaya çıkartmadığı birçok özelliği var. Ama sanatın da öyle güzel bir yönü var. Müzikle, resimle ya da başka bir yaratım alanıyla bunları ortaya çıkarmak mümkün. Bunu yaparken de karşı tarafı, “Bu benim duygularım” diyerek her şeyi kendinize mal etmemeniz gerekir. Sanatın kapsayıcı yönüne inanıyorum. Tabii, bu benim düşüncem. Farklı düşünen sanat insanları var. Bence izleyici sanat eseriyle karşılaştığında kendi dünyasına ne aldığı, en az eserdeki konu kadar önemli.
Resim sizden çıktıktan sonra kendi yolculuğunu yaşıyor. Siz o resme her zaman sahip çıkamazsınız. Sizden çıkan bir parça tamam ama resmin sizden sonra karşılaşacağı insanlar onu başka bir kimliğe dönüştürebiliyor.
Belki izleyici, sanatçının “çöp boşaltır” gibi içinden atmak istediklerine o kadar da dahil olmak istemiyordur.
Herkesin önünde o çöpü boşaltmamak lazım. Sizin tabirinizle duvara astığınız resim öyle bir boşaltmayı ifade ediyorsa o izleyiciye hiçbir yönüyle olumlu bir mesaj vermiyor diye düşünürüm. Buna mecbursanız onu kapalı kapılar ardında yapabilirsiniz.
Öğrencilerinize, sanata gönül verenlere neler önerirsiniz, kendi yollarını nasıl bulabilirler? Bunun bir formülü var mı?
Çalışmak ve kendini mesleğe adamak. Sanatınızı yaptığınız işi önemsiyorsanız onu muhakkak merkeze almalısınız. Sanat sizi merkezine çekiyorsa o zaman çabalarınızın karşılığı ortaya çıkar. Akademiden mezun olduktan sonra, “Önce öğretmenliği yapayım, sonra emekli olayım, şunu yapayım” derseniz olmuyor. Heykelde, resimde, sanatta figürü görmek, doğayı gözlemlemek, perspektifleri iyi bilmek gerek. Yani kısacası, bu yola yeni çıkmış sanat insanlarının mesleklerinde istediklerine ulaşabilmeleri için adanmışlık duygusunu hep içlerinde taşıyarak devamlı çalışması gerekiyor.
Yurt dışı ya da yurt içi sergi planı var mı?
Hollanda’da küratörlüğünü üstlendiğim çok önemli bir sergi oldu. Üç yıldır uğraştığımız “Aura: Contemporary Turkish Art” sergisiydi. Aralık boyunca Hollanda’nın en önemli kültür merkezlerinden, Rembrand döneminden kalma eski ve aktif bir mekân olan Pulchri Sanat Merkezinde oldu sergimiz. Bizim için çok önemliydi. Pandemi ve başka teknik nedenlerle sergi üç kez ertelendi. Ama sergi yapma fikrinden hiç vazgeçmedik. 18 sanatçıyla dünyanın en prestijli sanat merkezlerinden Pulchri Galeride böyle bir sergi yaptık. Büyükelçilik mensupları, sanat insanları açılışa katıldı. Bizim en önemli sergimiz, yılın sonunda gerçekleşen bu sergiydi. Yurt içinde de her zaman proje var. Ekim ve Kasım aylarında Türkiye’de kişisel sergi, yurt dışında da bir etkinlik görünüyor. Çok da nefes nefese sergiler yapmak istemiyorum. Yaşadığım dönemi niteleyen anlamlı sergiler olsun istiyorum.
*Tabula Rasa (rosa): Tabula rasa ya da tabula rosa, John Locke’un ortaya attığı “boş levha” önermesine işaret eder. Bu felsefi görüşe göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur, nedensellik zamanla edinilen, deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir.