Bu yıl 60. sanat yılını kutlayan dünyaca ünlü ressamımız Devrim Erbil, “Ben, kendimden çok çevrem için halkım için öğrencilerim için yaşadım. Geleceğe bir iz bıraktıysam, o iz köklü bir izse, insanların zihninde kalacaksa ya da resimlerimi gördüğünde insanlar bir iç çekip de nefes alırsa, yaşam sevincini ve dünyaya gelmiş olmanın güzelliğini anlarsa, ben de başarılı bir ömür geçirmiş hissederim kendimi” diyor.
SÖYLEŞİ: SENUR AKIN BİÇER
Devrim Erbil… Onu tanımlamak için birçok ifadeyi kullanabiliriz. Ressam, akademisyen, Türk çağdaş sanatının efsane ismi… Yine de bir şeyler eksik kalıyor gibi. Ancak tüm bu tanımları bir his olarak içinde barındıran “resmin şairi” sıfatı tamamlıyor eksikliği… Bu yıl 60. sanat yılını kutlayan ve Bodrum’da yaşayan bu çok kıymetli ressamımız ile söyleşi yapmak üzere sözleştiğimiz vakitte, telefonda buluşuyoruz. Önce söyleşimizi yapıyoruz, ardından da o İstanbul’a geldiğinde bir kahve içmek için sözleşiyoruz. Onun sanat yolculuğunu konuşurken söz her seferinde topluma, sanatın iyileştirici ve birleştirici gücünün daha geniş kesimlere yayılması gerektiğine geliyor. Bu yöndeki çabalarına öyle canla başla devam ediyor ki hepimize ilham oluyor. Devrim Erbil, Türkiye ve Japonya arasında diplomatik ilişkilerin başlangıcının 100. yılı nedeniyle Tokyo’da açılacak Türk ve Japon sanatçıların karma sergisinin onur konuğu aynı zamanda. Bu yönüyle de söyleşimiz ayrı bir önem taşıyor.Sizi daha fazla bekletmeyeyim, değil mi?
Söyleşilerin ilk soruları bazen en zor soru oluyor. Nereden, nasıl başlasam, hangisini sorsam diye diye düşünürken cevap için en çok sabırsızlanan sorunun öne çıkmasını bekliyorum. Bu kez de öyle oldu… Sizin için “Devrim Erbil, resmin şairidir” diyorlar. Bu tanım sizde nasıl yankı buluyor, nasıl hissettiriyor?
Ben, duygu insanıyım; insanların birbirleriyle ilişkilerinden, doğanın değişikliklerinden çok etkileniyorum. Beni duyguya, aşka, sevgiye yönelten her şey, benim için çok anlamlı… 87 yaşındayım ve ben ilkokula giderken 2. Dünya Savaşı hemen sınırlarımızdaydı. O dönem, o günün şartlarında yoksunluklar içindeydik. Balıkesir’de Gazi İlkokulunda okuyordum. Sanat olarak etrafımızda ne müze ne sergi vardı. 1935’te Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nın veliaht dairesini sanatçılara müze olarak vermişti. Resim ve Heykel Müzesi ile Arkeoloji Müzesinin dışında müze kavramı yoktu. İşte o yıllarda ilkokul öğretmenlerimiz tüm iyi niyetleriyle bize en iyi eğitimi verme uğraşındaydı. Ancak müze, sanat, resim, hayalimizden bile geçmiyordu. Sadece kitap ulaşabiliyordu Anadolu’ya. Şiir, çocuklara kadar ulaşan sanat dalıydı. Ben duyarlılığımın karşılığını hep şiirde buldum; şiir yazmaya özendim, doğrusu güzel de yazıyordum. Kaligrafik olarak şiir yazmaya meraklıydım, öykü de yazıyordum. Ne zaman ki ilkokul bitti, ortaokulda sanatın daha içinde olan, sergi açan, yurt dışına gidip gelen isimler olan Sırrı Özbay, Ahmet Uzelli ve İrfan Yılmaz gibi öğretmenlerim beni sanatla karşılaştırdılar. Bir gün kitabevinin vitrininde küçük, İngilizce cep kitapları gördüm. Empresyonist sanatçıları, (Edgar) Degas’yı, (Paul) Cezanne’ı, (Henri) De Toulouse-Lautrec’i tanıdım.
ANNEM UFAK TEFEK RESİMLER YAPARDI KEŞKE DAHA ÇOK FIRSATI OLSAYDI
Nasıl bir ailede büyüdünüz?
Üç kardeş, üçümüz de okuyorduk, annem olağanüstü bir insandı. O da babam da çok özveriliydi. O yoksulluk günlerinde bizim daha iyi yaşamamız için, daha çalışkan olmamız için öylesine olanaklar hazırladılar ki! Hiç durmadan bize emek verdiler. Annem dikiş nakış öğretmeniydi, çok duyarlıydı, hep resim yapmak isterdi. Arada ufak tefek resimler yapardı. Bugün diyorum ki kendi kendime, resim yapmak için keşke daha fazla fırsatı olsaydı. Ama o zamanlar hiç anlamadık.
AKLIM FİKRİM RESİMDEYDİ
Sizin resim sevginiz nasıl büyüdü?
Öğretmenlerim beni sanata yönlendirdiklerinde, sergilere gittiğimde içimde büyüdü de büyüdü sanat. Lisede çok çalışkan bir öğrenciydim. Gece 12’ye kadar ders çalışır, 2’ye, 3’e kadar da resim yapardım. Bu resim öğretmenlerimin ilgisini çok çekti. Aklım fikrim resimdeydi. Hatta çalışkan bir öğrenci olmama karşın bir sene karnemde kırık oldu. Yine de başarılı bir öğrenci olarak Balıkesir Lisesini bitirdim. İstanbul’a gidip Akademiye (Güzel Sanatlar Akademisi, şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi) girdim. Ressama boyacı, müzisyene şarkıcı diye bakılan günlerdi. Başka okullara girebilirdim ama ben ressam olmaya kararlıydım. Resim yaparak mutlu olduğum için ressam oldum. Okurken türlü zorluklar da oldu elbette. Hırsla o kadar sarıldım ki okuluma, yokluk içinde, zaman zaman çeşitli işlerde çalışarak dört senede bitirdim Akademiyi. Ondan sonra hemen askere gidip geldiğimde Akademinin açtığı ve üç ay süren asistan sınavına girdim, açık arayla kazandım sınavı. İki kişi asistan alınmıştı. Biz okulun ilk asistanları olduk.
1970 yılında doçentlik, 1981 yılında profesörlük ünvanlarını da Akademiden aldınız. Sonra birçok vakıf üniversitesinde fakülte ve bölüm kuruculuğu yaptınız. O yıllar nasıl geçti?
Her şeyin hakkını vererek çalıştık biz. Akademide dergiler çıkardık, kültür etkinliklerini uzun yıllar ben düzenledim. En son Resim ve Heykel Müzesi Müdürlüğü de yaptım dört yıl. Akademideyken, sanatla ve edebiyatla olan ilgimden dolayı hep başarılıydım. Tezlerimi beğendiler, 50 yıl Akademide kaldım, ders verdim, dile kolay. 2004’te Akademiyi bitirdikten sonra beni vakıf üniversiteleri aradı. Doğuş Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesinin kurucu dekanı oldum. Sonra Kültür ve Haliç üniversitelerde dersler verdim, Anadolu’da konferanslara katıldım, yazılar yazdım, kitaplar yazdım.
SANATIN TÜM TOPLUM İÇİNDE YEŞERMESİ GEREKİYOR
Bu yoğun çabanızın temelinde ne yatıyordu?
Ben sanatı sadece duvarda tablo, bahçedeki heykel olarak gören biri değildim. Sanatın yaygınlaşması, gelişmesi ve tüm toplum içinde yeşermesi için yayılması gerekiyordu. Çünkü Anadolu olağanüstü bir uygarlıklar merkezi. Bu topraklarda üst üste yedi uygarlığın izlerini görmek mümkün. Hâlâ Anadolu’nun yeteri kadar incelenmediği kanısındayım. Evet, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye, bir çağdaşlaşma yolundaydı. Atatürk’ün sanata, resme, müziğe verdiği önemle Batı’ya gönderilenler oldu. Türkiye’nin yoksul sanat ortamından çıkıp 20. yüzyıl başındaki Batı’nın çok görkemli sanat ortamını görünce herkes hayran oldu. Bütün akımlar o dönemde ortaya çıkıyordu. Oraya giden sanatçılarımız hep bu akımların taşıyıcıları oldu. Anadolu uygarlığına, köklerine, o köklerin felsefesine çok giremediler… Benim İstanbul’u keşfetmem, Akademi için bu kente geldikten sonra oldu. Müzeleri burada gördüm; Türk İslam Eserleri Müzesinden hiç ayrılmazdım. Orada halk sanatını, Anadolu uygarlıklarının izlerini, hat sanatını, minyatürleri gördüm. O eserler beni uyandırdı. Batı’nın kopyası olmak yerine onlardan bir sanat çıkarmak, onların bakış açılarını yeniden yorumlamak gibi bir heyecan duydum.
Yakın zamanda da yine birçok projeye katıldınız, değil mi?
Uğur Batı ile Anadolu’da, Seyrüsefer diye programlar yaptık. Benim resimlerime beste yapanlar, düşüncelerini söyleyenler geldi. Biz Anadolu’da böyle şeyler yaptık, ben konuştum, resimlerimin yorumları yapıldı. Binlerce insan geldi. Bunu da yaygınlaştırabiliriz tabii.
Sanatın gelişmesi, topluma yayılması için sanat eleştirmenlerine ne gibi görevler düşüyor? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ne yazık ki bu konuda yazan çok fazla kişi yok. Ancak şöyle bir durum da var. Bilge Karasu, çok değerli bir edebiyatçı, arkadaşımdı, o bana kendi anlatmıştı. Bir sanatçı arkadaşımız ondan kendisiyle ilgili bir yazı istemiş, o da elbette yazacağını söyleyerek yazmış. Ancak katalogda yazının tamamı değil bir kısmı çıkmış. Sanatçıyı övmeyen kısımları çıkarılmış yazıdan. Bir şey söylememişti ama çok üzülmüştü biliyorum. Bugün de sanat yazarı çok azdır Türkiye’de.
Sizin coşkunuz ve heyecanınız farklı kuşakları etkiliyor. Peki, Akademide iken ressam ve akademisyen kimliğiniz birbirini etkiledi mi, hayatınız nasıl bölünüyordu?
Hayatımı konu alan filmler çekiliyor, yakında birisi dizi olarak izleyiciyle buluşacak. Bana sorsalar adına “Bölünmüş hayatlar” derdim. Akademisyen kimliği ve ressam kimliği ile bölünmüş hayatlar… Siz ülkesini, sanatı seven bir kişi olarak çırpınıyorsunuz, derse geliyorsunuz, konferans veriyorsunuz, birçok firmanın danışmanlığını yapıyorsunuz. Bu, tabii, bölüyor hayatı… Rahmetli babam “Oğlum, bu bedenin öbür tarafta senden şikayetçi olacak” derdi.
İNADINA DİRENİYORUM, İNADINA MUTLULUK SLOGANLARIYLA ÇALIŞIYORUM
Neden öyle derdi size?
Çünkü sabah yedi buçuk sekizde çıkar Akademiye giderdim, öğleden sonra müzeye geçer, ardından gece derslerine giderdim. Eve gelince de saat gece saat üçe kadar resim yapardım. Bu tempo hep böyle sürdü. Babam bu nedenle şöylemişti.Buna hiçbir beden dayanmaz ama ben direniyorum, hâlâ inadına direniyorum, inadına mutluluk diye sloganlarla çalışıyorum.
Bu çalışma temponuza hâlâ da devam ediyor gibisiniz…
Kalkıp belli bir saatte işe gider gibi güne başlıyorum, resim yapıyorum. Röportajlar, görüşmeler, o kadar çok iş var ki! Hem bunları yapıyorum, burasını yönetiyorum, seramik fırını getiriyorum buraya, yine burada bir müze yapmak istiyorum. Bodrum’a kaçtım biraz sakin diye ama eskisinden daha yoğun bir yaşamım oldu diyebilirim. Daha işimin bitmediğini düşünüyorum, hiçbir zaman bitmeyecek bir iş ama ne kadar çok çalışırsam geriye o kadar çok eser vereceğim diye çocuksu bir heyecanla, lisedeki gibi bir heyecanla resim yapmaya devam ediyorum. Resim nedeniyle bir özel hayatım olmadı diyebilirim. 30-40 sene tatil yapmadım ben, buna hangi hanım dayanır? Üç kez evlendim, onları çok sevdim, çocuklarımı çok sevdim ama şöyle bir adam düşünün; işkolik, oradan oraya gidiyor. Belki bu bölünmüş hayatlar, o olumsuzluğu getiriyor.
Yaşamınızın kilometre taşlarının üzerinden ilerlerken dolu dolu geçen bir ömrün de tanığı oluyoruz. Sanatı paylaşmak hep çok önemli olmuş sizin için…
Ben, kendimden çok çevrem için halkım için öğrencilerim için yaşadım. Böyle bir hayat geçirdim. İçim çok rahat. Bugün de ölsem boşuna yaşamadığımın farkında olacağım. Gelecek için bir iz bıraktıysam, o iz köklü bir izse, insanların zihninde kalacaksa ya da resimlerimi gördüğünde insanlar bir iç çekip de nefes alırsa, yaşam sevincini ve dünyaya gelmiş olmanın güzelliğini anlarsa, ben de başarılı bir ömür geçirmiş hissederim kendimi. Resimlerim, onları izleyenlere 10 saniyelik mutluluk veriyorsa, içine bir serinlik veriyorsa bundan büyük mutluluk olabilir mi!
“SANAT NE KADAR GELİŞİRSE TOPLUM O KADAR GÜZELLEŞİR”
Nasıl bir ortamda resim yaparsınız?
Resim yaparken müzik dinlerim, klasik müzik de dinlerim, değişik kültürlerin müziklerini de. Yanımda bir ses isterim. Bazen o müziğin esintisi benim fırçamı bir yerlere götürür bazen de götürmez. Ama içimi boşaltır, tazeler, yeni heyecanlar getirir.
Sanatın toplumun geniş kesimlerine ulaşması için neler yapılabilir?
Bu yüreğimi her zaman heyecanlandıran, acıtan bir durum. Son zamanlarda birçok şey değişti ama yeterli değil. Sizi yine Balıkesir’e, ortaokul yıllarına götüreyim. Okulumuz yüksek bir yerdeydi, oradan, yüksekten kent resimleri yapardım. Bir tek ev, bir tek insan değil, bütün bir kenti resmederdim. İsterim ki bütün kentler, insanların yaşadığı her yer, sanat içinde olsun. Çünkü sanatla uğraşan kimse duyarlıdır, hoşgörülüdür, zariftir, incedir. Toplumda bu düşmanlık kalksın. İnsanlık adına gelecekte ortak bir payda olan tek umut, sanattır. Sanat ne kadar gelişirse toplum o kadar güzelleşir. Bunu sağlamak için sanat eğitimi veren üniversitelerin, örgün öğretimlerinin yanı sıra yaygın eğitime katkılarının olması zorunludur. Bu nedenle Akademinin Anadolu’da sergilerini yaptık, yarışmalar düzenledik, galerileri topladık. Türkiye’de ilk sanat fuarının örneğini Akademide iken ben Küçük Ayasofya’da açtım. Bütün üniversitelerin kendi bilgilerini aktarması, toplum içinde bunun artması ve desteklemesi önemli. Çünkü sanatçının gücü yetmez tek başına.
Peki, kimlere, nasıl görevler düşüyor sizce?
Eskiden beş yıllık planlar yapılırdı. Akademiye de sorulurdu, kaç tane ressam, mimar lazım diye. Tabii sanatçı sayısını, avukat, hukukçu, doktor gibi net bir şekilde söylemenin imkanı yok. Biz, genel olarak çağdaş toplumlardaki sayılara göre ortalama bir cevap verirdik. Ama 1970’lerde, Gültekin Elibal diye bir arkadaşımız, eli tuvale değen, resim ve heykel yapanları saydı. O zamanki sayıyla 2 bindi, hadi bugün 20 bin olsun. Yine de yeterli bulmuyorum. Birincisi sayı az, ikincisi sanatçıları yaşatacak koleksiyoner, müze, gençliklerinde destekleyecek, onların eserlerini alacak insanlar az. Belki biraz sayı artıyor ama yeterli değil. 1965’te ben ihtisasımı yapmak için İspanya’ya gittim. İstanbul’da dört tane galeri vardı. Bunlardan üçü Amerikan, Alman, Fransız kültür merkezlerinin galerisiydi. Sonra birkaç özel galeri oldu.
Devrim Erbil Sanat, Kültür ve Eğitim Vakfını kurdunuz. Vakıfta ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Sanatı çok küçük yaşlardan, çocukluk döneminden işlemek çok önemli. Bu nedenle çocuklar için onların anlayacağı içeriklerde CD’ler, kitaplar hazırladık. Önemli klasik müzik bestecilerini üç CD’de topladık. Bir gün Fazıl Say ile denk gelelim, o çalsın istiyorum. Galiba Marmaris’te böyle bir karşılaşmamız olacak. Sanatçılar arasında yakınlık sağlansın, edebiyatçılar bir araya gelsin istiyorum. Festivaller biraz daha kültürel boyut kazanmaya başladı. Bundan çok mutlu oluyorum. Ama çok az. Türkiye çok büyük bir ülke. Gittiğinizde başka bir ülkenin kasabasında bile müze görüyorsunuz. Müzeler kentin en göze batan eserleri, yapıtları. Önemli mimarlar yapıyorlar.
YAPACAĞI MÜZE İÇİN İZİN VERİLMESİNİ BEKLİYOR
Sizin de Bodrum’da bir müze açma girişiminiz var, değil mi?
Altmış sene eserlerimi biriktirdim. Seramik, resim, yağlı boya, gravür gibi değişik tekniklerle yaptığım eserlerimi topladım. Burada büyük bir bahçem var, zamanında almıştım, şimdi çok mümkün değil. Kendi yerimde, kendi eserlerimle, kendi inşaatını yapacağım bir müze projesi hazırlattım. Çok değerli bir mimar Alper Aytaç ve eşi, İstanbul Teknik Üniversitesinden Prof. Gülşen Aytaç projeyi çizdi. Bu proje İngiltere’deki bir sanat konseyinden uluslararası bir ödül kazandı. Gelecek beş yılda açılacak müzeler kategorisindeki 25 müze arasına girdi, ancak ben üç yıldır izin alamıyorum. Ben bütün birikimimi müze için kullanacağım. Eserlerimi halka armağan edeceğim. Bu duygu ile Anadolu’ya sanat gider yayılırsa, eğitim görenler konserlere gider, baleye giderse, çağdaş bir devlet olmak itkisiyle herkes yola çıkarsa o zaman mutlu, uygar, birbirini seven bir Türkiye olur.
Devlet sanatçısıyım, 60 sene öğretim üyeliği yaptım, resimlerimi biriktirdim, yerini buldum, projesini çizdirdim, bir izin verin yapayım, diyorum. Burada yapmazsam daha başka kentte de yaparım. Eserlerimi de o kente armağan edeceğim. Bir kent desin ki “Size yer bulduk, şu binayı onarın, yapın” giderim, İzmir mi olur, Ankara mı olur artık bilmiyorum. Sanatın gelişeceği bir ortam olan kentte bütün eserlerimi o kente bağışlarım.
“BİR ÇOK ŞAİRİ TANIDIM, ONLARIN ETKİSİNDE KALDIM”
Özellikle İstanbul resimlerinizde izleyici olarak bizlerin resmin gizli kuytularına saklanan anılarına da ortak oluyor gibisiniz… Her bir çizgi üzerinde dolaşırken sokak sokak geziyoruz bu kenti. Hayatımızda da dolaşıyor gibiyiz. İstanbul sevginizi biraz daha dinleyebilir miyiz sizden? Sizin İstanbul şairiniz Yahya Kemal midir, Orhan Veli mi, Vedat Türkali mi, Âttila İlhan mı?
Hepsi, İstanbul için şiir yazan herkes… İş Bankasının çıkardığı bir kitap var, adı 100Yüze Devrim Erbil. O kitapta evinde bir eserim olan çeşitli kesimlerden kişilerin fikirleri yer alıyor. Aralarında 16 da şair var. Kitapta benim resimlerim üzerine yazdıkları şiirler de yer alıyordu. Ben bu kitabı büyütmek istedim. Genç kuşaklardan da şairler olsun dedim. Ve yeni bir kitap haline geldi. Sadece şiir değil, düz yazılar da var. Kitap basıldı fakat yayımlanmadı.
Sorunuza gelince ben şiiri yaşadım, söyledim, okudum, birçok şairi tanıdım ve onların etkisinde kaldım. Belki genç kuşaklar benim etkimde kaldı ama ben Akademide şunu öğrendim, resim boyayı renk yapma sanatıdır. Şiir de sözcüklere de anlam verip şiirsel boyut katmaktır. O nedenle şiir ile resim bende o kadar beraber ki… Bir arkadaşım şöyle demişti: “Sizin resimlerinizi anlayan da seviyor, anlamayan da.” Bu güzel bir şey.
Hem akademisyen hem resmin şairi olarak resmi sevdirmek için çocuklardan başlayarak kitaplar hazırladım, daha da yapacağım. Bodrum’da güzel çalışıyorum. Coşkuyla hem emeklilik hem yaşlılık günlerimi geçiriyorum ama sanat için çırpınarak çok genç bir heyecanla buna devam ediyorum.
Kabataş ve Dolmabahçe arasında yol kenarında büyük panolarda yer alan resimleriniz, her gün milyonlarca İstanbullunun gününe eşlik ediyor.
Evet, oradaki resimlerle ilgili çok güzel sözler duyuyorum. Birisi “Yoğun, yorgun bir şekilde işe gitmeyi de hiç istemezken sizin resimlerinizi görünce günüm güzelleşiyor” demişti… Şimdi biraz yıprandı gibi o resimler, yakın zamanda onları yenileyeceğiz…
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.