Bir kitapta, bir kişinin uzun uzadıya anlatılmasına hiç itirazım yok elbette, nasıl olabilir ki! Sevdiğim birçok kişinin ikircikli yanlarını, ahlaki bulmadığım alışverişlerini, hiç bilmediğim kahramanlıklarını bu sayede öğrendim. Bir kitapta 99 yaşam öyküsüne ne denir peki? Hele ki, Hans Magnus Enzensberger’in sihirli parmaklarıyla süzülüp aktarılan deli bal kıvamındaysa!
Nerede, ne zaman doğmuş, kaç kardeşi varmış, babası alkolik miymiş, annesi genç yaşta ölmüş mü, savaşa gitmiş mi, nasıl gitmiş nasıl dönmüş, iktidarla ilişkileri nasıl olmuş, kitaplarını yayımlatabilmiş mi, yayımlatırken kime hangi tavizi vermiş, hepsinden önemlisi nasıl hayatta kalmış?
Yaşam öyküleri iyi yazıldığında bir roman kadar sürükleyici, roman kadar yoğun olabiliyor; yazana göre gerçek kişi kurgusal bir havaya bürünebiliyor. Hele yazarların yaşam öyküleriyse edebiyat metninin önsözü, hammaddesi işlevi görebiliyor.
Bir kitapta, bir kişinin uzun uzadıya anlatılmasına hiç itirazım yok elbette, nasıl olabilir ki! Sevdiğim birçok kişinin ikircikli yanlarını, ahlaki bulmadığım alışverişlerini, hiç bilmediğim kahramanlıklarını bu sayede öğrendim. Bir kitapta 99 yaşam öyküsüne ne denir peki? Hele ki, Hans Magnus Enzensberger’in sihirli parmaklarıyla süzülüp aktarılan deli bal kıvamındaysa!
Deli bal demem bilinçsiz bir tercih değil; hemen herkesin iğnesine 10 kat sünger sarıp batırırmış gibi yaptığı hiper doğruculuk çağında yavanlaşma öyle noktaya geldi ki eleştiriden sonra dilenen özürler, başladığımız noktadan da geriye düşürüyor bizi. Dürüstlüğü cebinde çocuklar ile sosyal medya gösterişçileri okuyor yalnızca kötü işlerin salasını.
“Hayatta Kalma Sanatçıları” demiş kitabına Enzensberger, “20. Yüzyıldan 99 Edebi Vinyet” diye de sürdürmüş şık başlığı. Anlamı, şaraptan, şarap etiketine, oradan hoş desenlere evrilen vinyet, portre ressamlığında karar kılmış. Yazar da hayatta kalma bağlamında 99 “büyük” yazarın, hızlı ve çarpıcı dokunuşlarla portrelerini yapıyor.
“Açlık” yazarı Hamsun, Hitler’in ölümü karşısında “Başımızı öne eğiyoruz” demiş ya, aynı Hitler’le kavgaya varacak tartışma yürütmesini nereye koyacağız? Kendisi mi yoksa kendisini bir yerin dibine sokup bir göğün yedinci katına yükseltenlere mi kızmalıyız?
Politik yelpazede solda duran Neruda ve Brecht’in fanatikçe Stalin ve parti övgülerini eserlerinin yanına mı yoksa uzağına mı koyacağız?
“Sırf yazarlığa devam edebilmek için en kahramanca fedakarlıklara razı olmuşlardır” diyor Gombrowicz, hemcinsleri için. Peki, gelgitler ve çıldırı anaforunun ortasında Avrupalı bir yazar nasıl saf tutacak, kime nasıl mesafe koyacak? Kitabın arka planında üstü örtük şekilde peşine düşülüyor bu sorunun.
Pound’ın, Celine’in abartının da ötesine varan Yahudi karşıtlığı, Kantolar’ı ya da Gecenin Sonuna Yolculuk’u görmezden gelmemizi gerektirir mi?
Bireysel açıdan ahlaki her şeye savaş açmış gibi görünen Genet’nin Cezayir’e, Filistin’e desteği onu aziz mertebesine çıkarır mı? Peki, hızını alamayıp dönemin yıkıcı sol fraksiyonu Baader-Meinhof’a büyük desteği anısına lanet okutur mu?
Bunca yazarın içinde, zaten çok sevdiğim Hašek’in, askerliği bile karşı-askerliğe çevirmesine çok güldüm, savaş ortasında tek kurşun atmadan işine dönen Wolfgang Koeppen’e şapka çıkardım, yurt dışında akrabası olmadığı için kapana kısılan Hans Sahl’e üzüldüm, Alman milli marşındaki “Almanya, Almanya, her şeyin üzerinde…” sözlerinden daha çocukken utanabilen Irmgard Keun’a imrendim, Nazilerin tüm kudretiyle iş başında olduğu dönemde anavatanı terk etmeyip her nasılsa onlardan izzetüikram gören milli hanımefendi Ricarda Huch’a hayret ettim. Enzensberger’in, hacıyatmaz diye nitelediği ve herkesle her şey olan Curzio Malaparte’de yazarlık iştahının çarpık siyasi yansımasını gördüm.
Çocuk edebiyatının büyük ustalarından Erich Kaestner’de tam şanına yaraşır şeylerle karşılaştım. Birinci Dünya Savaşı’nda, daha talimler sırasında, askeri olan her şeyden nefret eden Kaestner’in, çocukların katına yükselttiği edebiyatı, çok isabetli şekilde formüle ediyor yazar: 16 yaşından küçük çocuklara aptal muamelesi yapmayıp onları pedagoglardan daha akıllı saymak! Şöhret ve mevki sahibi olup da Nazi olmayan az sayıdaki kişi olmasında bu güzel çocuksu basiretin de payı olsa gerek.
Almanca ile İbranice karışımı Yidiş dilinde onlarca muhteşem hikaye yazıp Yidiş’i edebiyat ligine yükselten Isaac Bashevis Singer ile Rusçanın Nabokov ile birlikte diasporadaki en büyük yazarlarından İvan Bunin’in kaderlerinde buruk bir ortaklık yok mu?
Gelelim yazarın bizzat yazar olarak portresine: Ezra Pound, Eliot’ın büyük şaheseri Çorak Ülke’yi, etrafını yonta yonta ortaya çıkaran kişi olarak selamlanıyor. Bir editör, bir şairin şiirine bunca müdahale etsin, günümüzde bu mümkün mü!
Çin klasikleriyle modern edebiyata aynı derecede vakıf olan Lu Sin, “Kader iyi davrandı bana, ne isterim daha!” derken bile zarafetinden ödün vermiyordu. Bay Herkesin Hakiki Hikayesi’nde, “Kurşuna dizilmesi suçlu olmasının kanıtıydı, masum olsa herhalde kurşuna dizilmezdi” diyerek sinik alaycılığını konuşturuyordu.
Eşimin çok sevdiği Cocteau’yü; altında ezileceği kadar çok yetenekle donanmış olmakla suçluyor! Tiyatro, film, şiir, roman, gazetecilik, seramik şeklinde giden beceriler dizisi vaktiyle mucize çocuk olarak görülmesine sebep olmuş.
Üzerinde 10 yıldan fazla çalıştığı Usta ile Margarita sayesinde Gogol, Hoffmann ve Kafka’nın yanına konulan Bulgakov, ismiyle müsemma şekilde huzursuz bir şekilde göçmüş bu dünyadan.
Yaşarken yazdıklarının çoğunu görememek, hatırla minnetle üç-beş kişinin okumasını sağlamak, yanmak, çürümek, sansüre uğramak bir dönemin büyük yazarları için sıradan ama sıradan olduğu kadar travmatikti.
Orhan Veli’ye ve Kitabe-i Sengi Mezar’a rastlamak, bizim için kitabın en tatlı sürprizlerinden biri. Son olarak henüz hayatta olan İsmail Kadare’ye yer verip ona uzun bir ömür diliyor yazar.
Bini aşkın sayfalı, üçyüze yakın karakterli, yirmi yıl üzerinde çalışılan ve akıbeti hiç bilinmeyen yüzlerce romanın ortasında bir yığın adam ve birkaç kadın… Sivri dilli Enzensberger, koca bir edebiyat dünyasıyla tanış kılıyor bizi. Az şey mi bu!