Ekrem Reşit Rey’in yazdığı, Cemal Reşit Rey’in müziklerini bestelediği Lüküs Hayat opereti 90 yaşında… Biz de “Lüküs Hayat”ı, 28 sezon boyunca operetteki Rıza karakterine hayat veren Türk tiyatrosunun yaşayan efsanelerinden Zihni Göktay ile konuştuk. Sizin de kulağınıza geldi, değil mi onun “Şişli’de bir apartıman yoksa eğer halin yaman, nikel kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar” diye başladığı şarkısı?
SÖYLEŞİ: ASLI ÖRNEK
İthaf Sanat’ın genel yayın yönetmeni Halime Sürek Kahveci, “Aslı, ‘Lüküs Hayat’ operetinin 90’ıncı yılı. Zihni Göktay’la söyleşi yapmak ister misin?” diye sorduğunda inanılmaz heyecanlandım. Hiçbir şey düşünmeden hemen “Çok isterim” deyiverdim. Bu söyleşiye, tesadüf eseri çok eski bir arkadaşım Hüseyin ön ayak oldu ve ben onun sayesinde kendimi bir anda Zihni Göktay’ın karşısında buldum.
Musahipzade Celal Sahnesi’nde buluştuğumuzda herkesle nasıl iyi anlaştığını, çalışanların onu ne kadar sevip saydığını gördüm. 1985-2021 yılları arasında başka birçok oyunda da başrol oynarken “Lüküs Hayat”ın Rıza’sı olarak izleyici karşısına çıkan Zihni Göktay, gerçekten ince espriler yapan ve inanılmaz zeki biri. Anlattığı olayların yerini, zamanını, tarihini günü gününe hatırlıyor. “Lüküs Hayat”a başladığı tarihi, günü gününe söylüyor. Yanımıza gelip konuşan Şehir Tiyatroları çalışanlarının aile yakınlarını isimleriyle soruyor, olayları daha dünmüş gibi anlatıyor. Bu arada Zihni Göktay’ın bu satırları okuyanlara müjdeleyeceği bir haberi de var; Şehir Tiyatroları’nda yeni bir oyuna başlıyor yani kendisini yepyeni bir oyunla sahnede izleyeceğiz.
1945 doğumlusunuz, 36 yılda 72 oyunda oynamışsınız.
Yanlış, ne zaman söylediysem onu bir türlü düzeltemedim. Ben amatörlük dahil olmak üzere Gençlik Tiyatrosu, Eminönü Halkevi, üniversite tiyatrosu, Ankara Meydan Sahnesi’nde geçen 10 yıl, ‘73’ten bu yana da Şehir Tiyatroları da dahil toplamda 60 senede 76 tane oyunda oynadım. 77’ncinin de provasına gireceğim inşallah! Bu söyleşiyle düzeltmiş olayım. Kızım Zeynep ve damadım da Şehir Tiyatrolarında; oğlum da orkestrada çalıyor.
Peki, kızınız nasıl tiyatroya başladı?
Bu hayatta ne at yarışı ne de kumar oynadım; 46 senelik evliliğim müddetince münferit bir hayat tarzım da olmadı. Geçen yıl eşimi kaybettim. Babam bana “Eşini, işini, aşını seçmeye sahipsin” dedi. Eşimi seçtim, karışmadı; işimi de kendim seçtim yine kimse karışmadı. Karışanlar oldu da babam hep teşvik etti. Ben de çocuklarıma karışmadım. Tiyatroyu çok seviyordu ve beni 6 – 7 yaşlarımdayken Darülbedayi’nin çocuk oyunlarına götürüyordu.
Yine tiyatro burada mıydı?
Asıl tiyatro o zamanlar yanan Tepebaşı Tiyatrosu’ydu. Üsküdar Musahibzade Celal’in arsası vardı da yeni yapıldı sayılır. 1961 yılında Orgeneral Şefik Erensoy ile İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Refik Tulga, Şehir Tiyatrosuna iki tiyatro hediye ettiler. Bir tanesi Saraçhane’deki Bozdoğan Kemeri’nin dibindeki Fatih Sahnesi, sonradan ismi Reşat Nuri Sahnesi oldu, diğeri de burası Üsküdar bölümüydü; Musahibzade Celal Sahnesi oldu. Fatih, hala aynı şekilde durmakta, restorasyonu yapılacaktı, planları hazırlandı ama bir türlü hayata geçmedi, geçer inşallah. Bu tiyatroların ikisi de Mehmetçiklerin çalışmalarıyla birer sene arayla 28 günde bitti, ben şahidim. Ben, o sıralar 16 yaşında Gençlik Tiyatrosu’ndaydım. Bu tiyatrolar çok eski tiyatrolar…
Ne kadar emek verilen ve kıymetli işler…
Evet, evet senelerce bu iki tiyatro, bir tanesi Fatih halkını, diğeri de Üsküdar halkını çok besledi. Kerem Yılmazer Sahnesi yoktu o zamanlar. Orası eski, köhne bir sinemaydı.
MAAŞLI İŞ, ANNEM İÇİN ÖNEMLİYDİ
Babanız “Lüküs Hayat” performansınızı görememiş ama anneniz görmüş. Performansınızla ilgili bir yorumu oldu mu?
Babam “Lüküs Hayat”ı seyredemedi çünkü 1982’de vefat etti. Annem seyretti. Onu da 1990 yılında kaybettim. Annem izlediğinde “Güzel, gayet iyi olmuş. Bak, maaşlı bir iştesin” demişti. Maaşlı bir işte çalışmak onun için çok önemliydi. Ben gençken “Sen diş tabibi olamadın, eczacı olamadın, kuzenlerinin hepsinin istikballeri belli” falan diyordu. Ben kulağımı tıkamak için Ankara’ya gittim; Meydan Sahnesi’nde profesyonel oldum, 10 yıl orada çalıştım.
Sizi “Yılanların Öcü” oyununda Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt keşfediyor, kartvizit veriyorlar…
Evet, “Teneke oyununda oyna” diyorlar. Ben o oyunda da kendi yaşımdan büyük birini oynamıştım, hep kendi yaşımdan büyük birini oynadım zaten.
Ama bu oyunlar da hep başarılı oldu ve senelerce sürdü…
Senelerce sürdü, evet. Bir tek “Lüküs Hayat”ta yaş mefhumu yoktu ama oradaki Rıza da çok genç bir karakter değildi. Hayatım boyunca hiç boş kalmadım; tiyatroda oynadığım oyun sayısı 90 olabilirdi ama hepsi uzun sürdüğü için bir hafta içinde üç başrol oynadığım oluyordu; “Resimli Osmanlı Tarihi”, Aristofanes’in ünlü “Kuşlar Müzikali”, bir de “Lüküs Hayat”. Aynı hafta içinde herkes iki tatil yaparken, ben tek izin günü yaparak oyun oynadığım için sürmenaj geçirdim.
Hepsini de kapalı gişe ve 600 kişiye karşı oynadığınızı söylüyorsunuz.
Evet, hepsi de başrol. Onun yanı sıra başka oyunlar geldi. “Resimli Osmanlı Tarihi” kalktı, yerine “Kanlı Nigar” geldi. O da kalktı yerine “Pembe Konağın Gelinleri” geldi. Hep başrol. Şükür Allah’a şikayet etmiyordum da, oyunlar dolu gittiği için kolay kolay da gösterimden kalkmıyordu. En sonunda “Cibali Karakolu” altı sene sürdü. Pandemi dolayısıyla kalktı. Kızım ve damadımla birlikte oynadığım “Hisse-i Şayia”, İbnürrefik Ahmet Sekizinci’nin adaptasyonu, Vasfi Rıza Zobu ile Bedia Muvahhit Hanım’ın oynadığı oyundu.
Ne mutlu ki ben Hazım Körmükçü’nün 1932 – 1933’teki “Lüküs Hayat”taki rolünü oynadım, Vasfı Rıza Zobu Hoca’mızın Tahir Bey’ini oynadım “Hisse-i Şayia”da. Muammer Karaca üstadımızın Cibali Karakolu’ndaki Emniyet Amiri rolünü, Cafer Sabah’ı oynadım. Bunların hepsi sempatik rollerdi, bir kısmı antipatik rollerdi ama ben sempatik hale getiriyordum ama o rolleri oynayanlar da çok sempatik insanlardı. Hazım Bey’e yetişemedim. Ben doğmadan bir yıl önce vefat etmişti, 1944’te ama onu çok iyi tanıyordum. Sonra İsmail Dümbüllü’nün oynadığı rolleri de oynadım ben.
Muhsin Hoca, Türk tiyatrosunun başöğretmeniydi. Ondan Batı tiyatrosunu, Rus, Alman. Fransız, İngiliz ve Amerikan tiyatrosunu öğrendik. Muhsin Bey kurucusu olduğu tiyatroya bilet alarak gelirdi.
Sizinki sadece şans değil, başarılı oynadığınız, sevildiğiniz için de bu roller size gelmiş bence…
Benim tiyatroda o konuda hiç hakkım yenmedi. “Rol alınmaz, verilir” lafına uygun olarak rolleri bana verdiler. Oyun seçme şansım olmadı, “Bunu oynamak istiyorum” diye sanat yönetmenlerine götürmedim.
Şehir Tiyatrolarına girişiniz nasıl oldu? Muhsin Ertuğrul’un hayatınızdaki yerini anlatır mısınız?
Şehir Tiyatrolarına beni kabul eden kişi Vasfi Rıza Zobu. 1974 yılının Mayıs ayında “25 lira yevmiye var, kadro yok” dedi. Ondan sonra 1974’te belediye başkanı seçildi. Yeni seçilen Ahmet İsvan Bey, Vasfi Bey’e teşekkür ederek onu arabasıyla Vali Konağı Caddesi 127 numaralı evine bıraktı. Aynı otomobil Dragos’a gitti, Muhsin Ertuğrul Hoca’yı alıp tiyatroya getirdi. Kimse kimseyle kavga etmedi. Çünkü ikisi de 1914’te Şehir Tiyatrolarını kuranlar, tiyatronun kurucu ve koruyucularıydı. Bu 50 senede hiç değişmedi; biri görev aldı, bıraktı, diğeri göreve geldi. Bizim için çok faydalı bir şeydi. Muhsin Hoca, Türk tiyatrosunun başöğretmeniydi. Ondan Batı tiyatrosu’nu, Rus, Alman. Fransız, İngiliz ve Amerikan tiyatrosunu öğrendik.
Muhsin Bey kurucusu olduğu tiyatroya bilet alarak gelirdi. “Tiyatro bir emek işidir, bu emeğin karşılığı vardır” der, gişeden bilet alır ve gizli gizli seyrederdi oyunları. “Ay, Muhsin Hoca gelmiş!” diye heyecanlanıp titremeyelim diye.
Sizi nerede izlemiş?
Kadıköy Halk Eğitimde bir cumartesi matinesinde izlemiş, balkonun en arka sırasında. Pazartesi günü beni çağırdı. “Seni seyrettim, aferin, bana kendini anlat” dedi. Bana kendini anlat, dediği yer Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde fuayede duran etrafı kordonlarla, zincirlerle çevrili olan makam masası ve döner sandalyesi… Kapıdan girince sağ taraftadır. Onun yanında keçi derisinden muazzam bir koltuk vardır. “Otur” dedi. Vasfi Bey el öptürmeyi sever, Muhsin Bey el öptürmeyi sevmezdi, çevirir el sıkardı ve sıktığı elinde parmaklarını ayırır gibi kuvvetli sıkardı. Onu öyle hatırlıyor ve öyle de tarif ediyorum. “16 kişilik liste bırakmış, ben ona bir ilave bırakıyorum, 17 olacak”, dedi. Kalın, altıgen, kırmızı bir kurşun kalemi vardı. Onunla adımı ilave etti. Böylece biz, 17 kişi stajyer kadrosuna geçtik. Nilgün Özhan, Nilgün Barlas diyorum soyadı değişti çünkü Nilgün Kasapbaşoğlu oldu, Erhan Yazıcıoğlu, ben ve birçok arkadaşımız kadroya geçtik. Vasfi Bey beni tiyatroya aldı, Muhsin Ertuğrul da kadro yaptı. Dolayısıyla ben Şehir tiyatrosunda 1914’te Darülbedayi adı altında kurulmuş olan Şehir tiyatrosunda bütün Genel Sanat Yönetmenleriyle şu an itibarıyla çalışmış oluyorum.
“Lüküs Hayat”a ne zaman başladınız?
6 Mart 1985 Çarşamba günü başladım.
Günü gününe hatırlıyorsunuz… 2021 yılına kadar sürdü, değil mi?
Evet. Daha da sürecekti ama ben koroner bypass geçirdiğim için sürmedi.
HALDUN DORMEN’LE TATLI SÜRTÜŞMELERİMİZ OLDU
Cemal Reşit Rey, Lüküs Hayat Opereti’ni 1933 yılında bestelemiş. Bu yıl Lüküs Hayat Opereti’nin 90’ıncı yılı. Bu kadar yıl sürmesini neye bağlıyorsunuz? Sizin oyundaki replikleri değiştirmenizin etkisi var bence..
Doğaçlamalarımla, süsleyerek, uydurarak, bütün sosyal çarpıklıkları Haldun Dormen’in tüm itirazlarına rağmen ekledim. Zaman zaman tatlı sürtüşmelerimiz oldu. Fakat ben “Başka türlü olursa sürmez” dedim. Şimdi, “Lüküs Hayat”ta büyük bir sınıf çatışması vardır. Eğer bunu Haldun Dormen koymasaydı sahneye ki onun tabiriyle “Sabun köpüğü, şampanya kabarcığı gibi koyuyorum ben bu oyunu sahneye” derdi. Evet, bu bir müzikaldir, bir komedidir. Ama ben altını ince bir çizgiyle çizdim. İlavelerimi mazur gösterecek şeylerim vardı Türkiye’de çok değişiklik oldu çünkü. 1985’te başlayıp da 2021’e kadar olan dönemde neler değişmedi dünyada?
Lüküs Hayat, 30 yılı aşkın süre boyunca izleyicinin ilgisini nasıl çekti?
Yıl olarak bakarsanız öyle ama tiyatro sezonu olarak bakarsanız 28 yıl oluyor. Bana soranlara halen aynı cevabı veriyorum. Maalesef Türkiye’deki değişiklikler benim işime yaradı. Ben sabah okuduğum gazetede çok önemli bir şey varsa onu oyunun bir yerine monte ediyordum ama kimseyi ürkütmeden, orta oyunlarında “Sürçülisan ettiysek affola” diye biter ya! “Eninde sonunda şöyle oldu, böyle oldu ama kimseyi de kırmamaya dikkat ettik, falan filan ama bir şey de söylememiz gerekti“ derdim.
Haldun Dormen ile Lüküs Hayat’ın bu kadar yıl sürmesiyle ilgili konuştunuz mu? İlk başlarda cümlelerinin değiştirilmesine kızıyormuş benim bildiğim kadarıyla…
Ben onu birkaç yerde söyledim de kulağına gidince ayıp oluyordu. Açık Hava’da merdivenler de dolu zaten mutlaka bir kere konuluyor. O sırada Haldun Ağabey oyunu seyrediyordu, ben de onu sahneye davet ettim; “Müzikallerin ünlü yönetmeni, saygıdeğer ağabeyim Haldun Dormen” diye… Baktım, suratı düşmüş, oyunu 2,5 saat teslim etmişti bana, 4 saat sürdü. Açık Hava’da çok iyi bir seyirci vardı, 4 saate çıktı. Ben seyirciye göre oynarım, vurduğum yerden ses gelmiyorsa oyun oynamam yani… Yaka mikrofonumu tuttum ona; “Seyirciler bugün iki Lüküs Hayat seyretmiş oldunuz, bir tanesi benim devrettiğim 1984-1985 sezonunda koyduğum Lüküs Hayat, bir de Zihni Göktay’ın sahnelediği Lüküs Hayat” dedi.
Yeni oyununuzun konusu ne? “İlk kez kendi yaşımda birini oynayacağım” dediniz.
Yeni oyunun adını değiştirmemiz mümkün değilmiş ama Engin Gürmen koyuyor sahneye, oyunun adı, “Moskova Gidiş Dönüş”. Biz, “Babam Evleniyor” koyalım adını dedik. Bakalım, belki başka bir şey bulunur. Bir Rus oyunu, altı kişilik bir oyun. Benim canlandıracağım adam 76 yaşında yani benim yaşımda birisi, karısı ölmüş, kızıyla damadıyla Moskova’da yaşıyor. Babam yalnız kaldı, onu yanımıza alalım, diyorlar. Damat ağzı laf yapan üçkağıtçı bir şey… İnsan eti ağırdır, bir müddet idare ediyorlar. Moskova’dan banliyöye geliyor. Sonra olmuyor, adam da biraz huysuz, tatlı ihtiyar, uyum sağlayamıyor. Babamı evlendirelim, diyorlar. Damat, Güzin Abla gibi bir köşeye yazı yazıyor. Üç aday birden geliyor. Hepsine ayrı saat ve günlerde randevu veriyorlar. Bir tanesi eski bir dans salonunda öğretmenlik yapmış, bir diğeri bar artisti, bir tanesi hasta bakıcılığından emekli olmuş, bir tanesi de AVM’de temizlik işçiliğinden emekli olmuş. Kadınlar da yaşlılar… “Baba” diyorlar, “bunlardan hangisini beğendin?”, “Üçünü de” diyor…
GÜNÜMÜZ OYUNCULARI BİRER ŞÖVALYE
Günümüz tiyatro oyuncularını ve oyunlarını takip etme şansınız oluyor mu?
Olamıyor pek fazla. Ama hepsini başarılı buluyorum. Onları birer şövalye olarak görüyorum. Bütün zorluklarına, salonsuzluklarına rağmen bir yerde toplanıp küçük bir salonda 60 – 70 kişilik oda tiyatrosu yapıyorlar, bu ulvi meslekte devam ediyorlar. Çok absürt, çok protest oyunları büyük bir cesaretle sahneye koyup oynuyorlar.