Aralık2 , 2024

Vladivostok’tan Asinara’ya Heimei-Maru ile Vatana Giderken…

İlgili Yazılar

Çağdaş sanatta nefes alanı: K2 Güncel Sanat Merkezi

K2 Güncel Sanat Merkezi, Avrupa Birliğinden Mardin’e, Çanakkale’den Hatay’a...

“Çağdaş sanatı anlamak, eleştirel düşünme becerilerini geliştirir”

Sanat danışmanı, sanat yazarı, sergi küratörü ve sanat eğitmeni...

“Çağdaş sanatçı, toplumun teorisyenidir”

İran asıllı çağdaş minyatür sanatçısı Arya Kamalı, İzmir’de kendi...

Sinema dünyasının ortasında Kalkütalı bir komple sanatçı

Sinemayla dopdolu yirmili yaşlarım geri gelmese de eski...

Türkiye’de Çağdaş Sanat Müzeleri: Bir düşün gerçekleşmesi…

Osmanlı Dönemi’nden beri hayali kurulan modern-çağdaş sanat müzesi, Cumhuriyet...

PAYLAŞMAK GÜZELDİR!

Hayriye Savaşçıoğlu’nun çektiği “Vatana Giderken Heimei-Maru” belgeseli, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas cephesinde esir düşen askerlerimizin altı yıllık esaretten sonra vatana dönmek üzere 1919’da Vladivostok’tan Heimei-Maru adlı Japon gemisiyle yola çıkmasını anlatıyor. Belgesel, Osmanlı askerleri için olduğu kadar gemide görevli Japon askerler için de başka bir “esaret” yolculuğuna dönüşen 16 aylık süreci, o gemide olanların yakınlarının hikayeleri üzerinden günümüze taşıyor.

SÖYLEŞİ: ESRA BERK EREN

Yazarımız Dr. Öğretim Üyesi Esra Eren, yönetmen Hayriye Savaşçıoğlu ile “Heimei Maru”nun bilinmeyen hikayesini, Türkiye’de belgesel sinemayı ve onun belgesele nasıl başladığını konuştu.

I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’nde pek çok Türk askeri Ruslara esir düştü. Ruslar, esir aldıkları askerlerimizi olabildiğince uzağa gönderdiler ki tekrar cepheye dönüp savaşamasınlar. Esir düşen Kafkas Cephesi askerleri, Japonya’nın deniz komşusu olan Sibirya’daki Rus şehri Vladivostok’a götürüldü. Bolşevik ihtilali’nin ardından bölgeye Amerikalılar, Kanadalılar, Japonlar asker çıkardı. Birçok Türk esiri Japonların denetimindeki kamplarda kalmaya devam etti. Sibirya’nın zor şartlarında yaklaşık altı yıl memleketten uzak, esaret hayatı sürdüler. 1919 yılında Osmanlı Devletinin isteğiyle İngiliz hükümeti Japon hükümetiyle irtibata geçti ve askerlerimizin memlekete geri getirilmesi söz konusu olabildi. Heimei-Maru adlı bir Japon gemisiyle esirlerimizin Türkiye’ye gönderilmesine karar verildi. Geminin komutasında Japon Yarbay Tsumura vardı. 23 Şubat 1921’de Vladivostok limanından yaklaşık 45 gün sürecek umuda yolculuk başladı. Heimei-Maru gemisinde 19 kadın, 17 çocuk, 104 zabit, 908 neferden oluşan toplam 1048 kişi bulunuyordu. Uzun esaret yıllarında bazı askerlerimiz o bölgede evlenmiş, çocuk sahibi olmuştu, sonunda ülkelerine aileleriyle dönüyorlardı.

Hayriye Savaşçıoğlu, Heimei-Maru komutanı Yarbay Yukichi Tsumura’nın torunu Shuhei Akazawa ile Japonya’da.

“UZAKTAN VATAN DAĞLARI TİTREŞİYORDU”

Heimei-Maru aslında bir yük gemisiydi. Yük, insan olunca geminin ambarlarına ranzalar, ranzaların üzerine de ot dolu çuvallar yerleştirildi. Gemideki kadın ve çocuklar için ise yatakhane olarak kömür deposu kullanıldı. Gemi klasik rotayı takip ederek Aden, Süveyş Kanalı, Port Said’den Akdeniz’e, Akdeniz’den de sonunda Çanakkale’ye vardı. Kafkas cephesindeki savaşa askeri hekim olarak katılıp esir düşen Dr. Yusuf İzzettin Bey de Heimei-Maru gemisindeydi. “Sibirya Esir Kamplarında Yedi Yıl Sarıkamış’tan Vladivostok’a” adıyla kaleme aldığı anılarında Ege açıklarına geldiklerinde hissettiği duygularını şöyle ifade ediyor:

Yarbay Yukichi Tsumuura.

“Heimei-Maru açık denizden Rodos’a yol alıyordu. İlk defa bu adayı ve onun arkasından, sisten tülle örtülmüş Anadolu topraklarını gördük. Hepimizin gözleri yaşlarla doldu. Uzak vatan dağları sanki tireşiyordu. Ve bizim ruhumuz o asil memlekete uçuyormuş gibiydi.”
Sibirya gibi bir yerde yaklaşık altı yıllık esaretten sonra Anadolu toprağını görebildiler, vatana döndüklerini düşündüler ama mümkün olmadı; kavuşamadılar. Tarih 5 Nisan 1921’di. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı sürüyordu. Midilli açıklarında bir Yunan hücumbotu tarafından durduruldular. Yarbay Tsumura devletinden aldığı emirler doğrultusunda askerlerimizi teslim etmedi ve İstanbul’a götürmesi gerektiğini söyledi. Böylece, Japonların ve Türklerin ortak kaderi olan uzun bir bekleyiş başladı. O geminin içinde beraber yedi ay bekletildiler. Bu, ikinci esaretin başlangıcıydı. Yunanlılar, eli silah tutan askerlerin, Kemalist kuvvetlere katılmasından, kendilerine karşı savaşacaklarından endişe etmiş; bu nedenle bu hukuksuzluğa imza atmışlardı.
Yarbay Tsumura Pire’den eşine attığı kartpostalda; “Ege Denizi’nde bir ada olan Midilli limanında Yunan ordusu gemileri tarafından durdurulduk. Devletimizden talimat bekliyoruz. Can güvenliğimizde endişe yoktur. Rahat olun. Tsumura” diye yazmıştı. Ama Yarbay, ailesinin endişe etmemesi için yaşanan zorluğu yazmamıştı. O bekleyişin başka bir kahramanı olan Halil Ataman “Harp ve Esaret Doğu Cephesi’nden Sibirya’ya” kitabında duygularını şöyle ifade etti:
“…Nefes almak imkanı yok gibi. Her yer ve her gördüğümüz şey sanki cehennemden bir parça. Gıdasızlık, havasızlık, hareketsizlik, ışıksızlık. Gelelim iç cepheye; yurt acısı ve hasreti, her türlü mahrumiyet hatta gülmekten bile mahrumuz. İnsan deli olmalı ki bu durumda gülsün. Düşünün bir şilep, onun ambarına arıların kovanından daha sıkışık bir şekilde istif edilmiş bir haldeyiz.”

ESARET YILLARININ EN ZOR SEKİZ AYI

Dört ay sonra Birleşmiş Milletler, o dönemki adıyla Cemiyet-i Akvam, duruma müdahale etti. 6 Ağustos 1921’de kadınlar, çocuklar, sivil ve hasta olan 395 kişi İstanbul’a nakledilebildi. Fakat geriye kalanlar gemide beklemeye devam etti. Altı ay sonra, 13 Ekim 1921’de, Yunan, İtalyan, İngiliz ve Türk hükümetleri arasında süren görüşmeler sonucunda Türk esirler bu defa da İtalyanların kendi esirlerini ya da hapishane kaçkınlarını tecrit etmek için kullandıkları Asinara adasına yerleştirildi. Yarbay Tsumura, Japonya’ya geri döndü. Ada, çok kısıtlı yaşam şartlarına sahip, su bile bulmanın zor olduğu, akrep ve yılanlarla dolu bir yerdi. Yılan sokması ya da olumsuz hayat şartları sebebiyle hayatını kaybeden Türk esirleri olduğunu biliyoruz. Askerlerimiz adada, esaret yıllarının en zor sekiz ayını yaşadı. Sonunda, 1922 yılında, Ankara Hükümetinin gönderdiği vapurla vatanlarına kavuştular. Bu vapurun adı, tesadüfün güzelliği, Ümit idi.

Asinara’dan dönerken askerlerin Ümit vapurundan çekilmiş fotoğrafları.

Hayriye Savaşçıoğlu’nun çektiği belgesel, “Vatana Giderken Heimei-Maru” bu hikayeyi konu alarak yaşananların unutulmamasına vesile oluyor. Bir döneme yaptığı tanıklık açısından son derece kıymetli bir çalışma. Savaşçıoğlu’nun belgeselinin bu yıl için ayrı bir önemi de var. Çünkü 2024 yılı Japonya ve Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin başlamasının 100. yıl dönümü. Bu kadar uzak mesafedeki olan iki ülkenin birbirlerine kötü günlerde destek olması, dayanışmaları dokunaklı hikayelerle karşımıza çıkıyor. “Heimei-Maru” da çok bilinmeyen bir dayanışma hikayesi. I. Dünya Savaşı’nda askerlerimizin yaşadığı sürece baktığımızda iki ülkenin insanlarının aynı geminin içinde benzer bir kaderi paylaştığını görüyoruz. Yaklaşık 100 yıl sonra bu anlamlı ortak tarihle ilgili araştırmalar, tezler yazılıyor, belgeseller çekiliyor, besteler yapılıyor. Ülkemizde belgesel sinemaya ilgi yok denecek kadar az. Belgesel filmlere ulaşılacak mecralar maalesef çok kısıtlı. RTÜK tarafından televizyon kanallarına belgesel göstermenin ceza olarak verildiği bir ortamda, belgesel sinemanın neden önemli olduğunun altını çizmenin değerli olduğunu düşünüyorum. Hayriye Savaşçıoğlu ile “Heimei-Maru”nun bilinmeyen hikayesini, Türkiye’de belgesel sinemayı ve onun belgesele nasıl başladığını konuştuk.

Sinemanın sizin için önemli olduğuna karar verdiğiniz anı hatırlıyor musunuz?
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazanınca İstanbul’da yaşamaya başladım. İstanbul Film Festivali ile tanışmam da bu vasıtayla oldu. 1988 ya da 1989 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam. Alain Resnais’nin Hiroshima Mon Amour filmini Emek Sinemasında izledim. O kadar etkilendim ki filmden çıktıktan sonra İstiklal Caddesi’nde tek başıma üç dört tur attığımı hatırlıyorum. Hayatımı, okuduğum bölümü sorguladım. O sırada festivalde kitap standında çalışıyordum. Ücret ödemeden günde dört film izliyordum. Bu sayede beni etkileyen çok sayıda film ve yönetmen sinemasıyla tanışma şansım oldu. Ve dedim ki “Sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istiyorum”. Sinemaya ilgim başlayınca TRT’nin kameraman yetiştirmek üzere sınav açtığını öğrendim. Katıldım ve kameramanlık eğitimi aldım. Özel kanallar açılmıştı. Ben de özel kanala geçtim, Star Haber Merkezinde habercilik yaptım ve Türkiye’nin ilk kadın haber kameramanı olarak uzun bir süre çalıştım.

sinara adasına teslim edilen askerlerin listesi.

BELGESELE ÜVEY EVLAT MUAMELESİ

Sinema okumaya nasıl karar verdiniz?
İktisat bölümünü bitirdim. Kameramanlığa başladıktan sonra 1994 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümünün sınavlarına girdim. Kazandım ve Lütfi Akad, Prof. Sami Şekeroğlu, Memduh Ün, Metin Erksan, İlhan Arakon gibi çok kıymetli hocalardan, ustalardan eğitim almaya başladım. Özellikle Lütfi Hoca’dan üç atölye dersi almak benim için çok özel bir şans diye düşünüyorum. İlk başlarda ilgimi çeken, kameranın arka tarafıydı. Görüntü yönetmeni olarak sinemada var olmak istiyordum.

Sinema okuyanlar çoğunlukla kurmacayı tercih ediyor. Siz belgesel sinema alanında çalışmaya nasıl karar verdiniz?
TRT için Türkiye’nin tamamını dolaştığım bir seri belgeselde kameramanlık yaptım. Benim için dönüm noktası oldu ve kendi belgeselimi yapabilir miyim diye düşünmeye başladım. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğüne proje sundum. Kabul alınca belgeselimi çekme şansına sahip oldum.

Türkiye’de belgesel hem gösterim hem de seyirci ilgisi açısından çok yaygın bir alan değil.
Belgesel dünyanın her tarafında kurmaca filmin gerisinde. Ama bizdeki mesafe çok fazla. Bence bunun en büyük nedenlerinden biri Türkiye’de belgesel yapımcısı olmaması. Yönetmenler yapımcılık da yapmak zorunda kalıyor. Dünyadaki imkanlar bizden farklı. Fonları, teknik araştırma, yapım süreçleri olanakları daha fazla. Bizde açıkçası biraz üvey evlat muamelesi var. Belki de hiç evlat muamelesi bile yok. Belgesel aslında birçok insana göre sinemanın içinde yer alan bir alan bile değil. Sinema olduğunun farkında değiller. Ayrıca son dönemde insanlar televizyondaki yemek, gezi vb. birçok programı belgesel olarak algılamaya başladı. Ben buna Survivor belgeselleri diyorum. Türkiye’de aslında belgeselle uğraşan ve bu konuda ürünler vermeye çalışan çok insan var. Fakat uzun sürede yaşamlarını bu alandan kazanmaları biraz zor hale geliyor. Dolayısıyla sektör de çoğunlukla sinema, dizi ve reklam ağırlıklı olduğu için gençler daha çok bu alanlara yöneliyor. Bir de belgeselde bir noktadan sonra her şeyi kendiniz yapmak zorunda kalıyorsunuz.

Seyircinin belgeselle buluşma alanı da pek yok; festivaller, az sayıda belgesel kanalı ya da RTÜK tarafından kanallara ceza verildiğinde…
Televizyonlarda, dediğiniz gibi, gerçekten ceza olarak gösteriliyor. TRT’nin bir belgesel kanalı var. Televizyonlar da daha çok kendi iç yapımlarını belgesel olarak sunuyor. Festivaller de ödüller almış ya da toplum tarafından izlenmesi önemli projelere kapalılar. Ama festivaller bence belgesellerin seyirciyle ulaştığı en iyi yol. İstanbul Film Festivali, Ankara, Antalya ve Adana film festivalleri bize, seyirciye ulaşma şansı tanıyor. Festivallerin tek olumsuz yanı, sınırlı sayıda bir seyircinin izlemesi, televizyonun ulaştığı kitleye ulaşma şansının olmaması. Bazı illerde yapılan festivalleri oradaki insanlar bile bilmiyor. Dolayısıyla ülkemizde belgesellerin seyirciye ulaşması için çok da bir mecra yok aslında.

Heimei-Maru’nun fotoğrafını Usami Shozo gönderdi.

KÜLTÜR BAKANLIĞI DESTEĞİ BAŞLAMAK İÇİN ÖNEMLİ

Dijital platformlar, gösterim açısından bir imkan sağladı mı?
Uzun vadede belgesel adına olumlu etki yapacaklar diye düşünüyorum. Dijital platformlar belgesel için kıymetli bir alan.

Peki, sizce iyi bir belgeselin kriterleri neler? Çoğu zaman güzel görüntülerin üzerine metin okumayı belgesel olarak algılama durumu oluyor.
Dediğiniz gibi, güzel görüntülerin üzerine ses okunması belgesel değil. Maalesef birçok yönetmen arkadaşımız kameralar da çok geliştiği için bu yöntemi uyguluyor ve bunun belgesel olduğunu düşünüyor. Lütfi Hoca (Akad) da Işıkla Karanlık Arasında kitabında buna değinir. Bunun asla bir belgesel olarak kabul edilemeyeceğini yazar. İyi bir belgeselin dramatik yapı unsurlarına sahip olması gerekir. Bana göre belgeselde seyirciyle bir duygu paylaşımı olmalı, anlatmak istediğiniz hikaye karşı tarafın kalbine dokunmalı. Bir film sizi nasıl etkiliyorsa belgesel de öyle bağ kurmalı. Ve tabii ki aktarılacak hikayenizin bir sinema dili olması lazım. Sinema görselliğiyle, diliyle anlatabileceğiniz hikayeleriniz olduğunda bu belgesel oluyor. Ben belgesellerimde ele aldığım konuda en iyi olan kişilerle bir araya gelip çalışmaya dikkat ediyorum. Siz her şeyi bilemezsiniz. “En iyi bilen kişiyle bir araya geldiğinizde en iyi sonuç ortaya çıkar” yaklaşımını habercilik bana öğretmişti. Bu açıdan Türkiye’de disiplinlerarası çalışma ortamının yaratılması gerekiyor.

“Vatana Giderken Heimei -Maru”ya gelirsek proje nasıl doğdu ve gelişti?
Süreç aslında benim biraz dışımda gelişti. Başka bir belgeselle ilgili araştırma yaparken Süleymaniye Kütüphanesine gitmiştim. Orada yanlışlıkla, görevli arkadaş bana çok ince bir defter getirdi. Sonra o küçücük defterden çıkan hikaye gerçekten çok ilgimi çekti. O ana kadar hiç bilmediğim bir tahliye hikayesi anlatılıyordu. Kütüphaneden çıktıktan sonra bilgisayarda bir şeyler bulabilir miyim diye baktım. Maalesef bulamadım. Televizyondaki yöneticimle çok enteresan bir konu var diye konuştum. Güldü bana: “Çok ütopiksin, kendi konularınla ilgilen” dedi. O hikaye beni çok etkilediği için hep aklımın bir köşesinde kaldı.

Hikayede sizi bu kadar etkileyen şey neydi?
O defteri okuduğumda iki şeyden çok etkilendim. Birincisi, bir asker var. O asker, esir olmaktan ve umutsuzluktan o kadar bunalmış ki en son gittikleri Asinara Adası’ndan onları almaya gelen Ümit gemisine binmiyor. Tekrar esarete gidileceğini düşünüyor ve adanın içlerine kaçıyor. Ümit gemisi İstanbul’a doğru yola çıkıyor, O, adada kalıyor. Hikayeyi okuduğumda aklımda beliren ilk görüntü, adada bir kaya ve giden gemiye uzaktan bakan bir adamdı. İkinci etkilendiğim şey ise altı yıl esaret yaşamış, sonra Çanakkale açıklarına gelmişler. Altı yıldır görmedikleri memleketlerinin ışıklarını görüyorlar ve bu yıllar boyunca aileleriyle hiç iletişimde olmamışlar. Ülkelerinin, ailelerinin ne halde olduğunu bilmiyorlar ve tekrar esir düşüyorlar. Ben bunun nasıl bir duygu olduğunu düşünemedim. Onlar için facia bir durum, bir yıkım gerçekten. O süreçte tesadüfen II. Dünya Savaşı’ndaki insanların esaret kamplarında nasıl hayatta kaldıklarını okuyordum. Bu askerlerin de altı yıldan sonra tekrar esir olduklarında hayatlarına nasıl devam ettikleri düşüncesi çok ilgimi çekti. İsyan edebilir, yeter artık diyebilirler. Yaşama devam etme direnci ve inancı nasıl olur diye çok merak ettim. Bu iki durum çok etkileyiciydi.

YÜZ YIL SONRA TEKRAR TANIŞMA

Belgeseli çekim süreci nasıl gelişti?
Araştırmaya başladıktan yedi sekiz yıl sonra bu belgeseli çekebildim. Öncelikle Japonya tarafında komutan Yarbay Tsumura’nın ailesine ulaşmaya çalıştım. Gemide olan bazı askerlerin ailelerini bularak iletişim kurdum. Maalesef o ailelerde çok fazla belge yoktu ve dedelerinin o gemide olduğu dışında bir şey bilmiyorlardı. Sonra tesadüfen internette araştırma yaparken Mustafa (Dokur) amcanın babasıyla ilgili hazırladığı bir siteye denk geldim. Babası gemide askermiş. Ona mail attım ama altı ay hiçbir cevap gelmedi. Sonra bir telefon geldi ve Mustafa amca benimle görüşmek istediğini söyledi. O ana kadar belgeseli Türkiye tarafında belgelerden yola çıkarak, Japonya tarafında ise komutanın ailesini anlatarak kurgulamıştım. Çünkü komutan da aslında o gemideki herkes gibi aslında esir oluyor, askerlerle kader birlikteliği yapıyordu. Bütün baskılara rağmen aldığı emirleri uygulaması ve Türk askerlerini teslim etmeyi reddetmesi bence çok önemli. Gemide bizim askerlerimizden vefat edenler oluyor, Japon kaptan da hayatını kaybediyor. Aynı süreci onlar da benzer zorluklarda yaşıyorlar. Birbirleriyle dayanışmaları söz konusu.

Hayriye Savaşçıoğlu, Japon İmparatorun doğum günü resepsiyonunda.

Bu konuda birlikte çalıştığınız isimler var mı?
Ankara Üniversitesinden Prof. Ali Merthan Dündar, bu konuyla ilgili araştırma yapan tek Türk akademisyen ve benim danışmanım oldu. Mustafa (Dokur) amcayla görüşmeye başladım. Babasının hayatına olan ilgisi ve araştırma süreci ilgimi çekti. Ve beraber yolculuğumuz başladı. Başta kurguladığım her şey değişti. Belgeselin eksenine Mustafa amcanın hikayesini yerleştirdim. Onunla, memleketi Elazığ’a gittik. Kızılay arşivlerinde babasına dair belge aramaya başladık. Sonra İnan Öner ile tanıştım. O da Japonya’da yaşıyordu. Onlar daha önceden Japonya’daki aileyle iletişim kurmuşlardı. Aile ile iletişim kurulunca gidip onlarla röportaj yapma ihtimali doğdu. Mustafa amcanın sağlık sorunları nedeniyle kızıyla beraber Japonya’ya gidip komutanın ailesiyle buluştuk. Aile de bizi görünce çok şaşırdı. Yüz yıl sonra dedeleriyle ilgili bir araştırma yapılıyordu. Türklerin onları unutmadığından çok memnun olduklarını belirttiler. Dolayısıyla hem Türkiye’de hem Japonya tarafında çekim yapma şansımız oldu.

Belgesel, festivallerde mi seyirciyle buluştu? Japonya’nın belgesele ilgisi nasıldı?
Belgesel, TRT belgesel günlerinde gösterildi. Sonra Ankara Film Festivali’nde finalist olarak seçildi. Ardından Documentarist Belgesel Günleri’nde yer aldı. Tam da bu sırada Türkiye ile Japonya arasında bir ekonomik iş birliği anlaşması imzalanacaktı. İki ülke arasındaki ekonomik iş birliği toplantısı sonrasında filmim gösterildi. Ardından Tokyo’da, Ertuğrul Fırkateyni’nin battığı Kuşimoto’da gösterimler oldu. Japonya’da çevrim içi festivallerde yer aldı. Türkiye’deki Japonya etkinliklerinde, İmparatorun doğum günü resepsiyonunda, Sakura Günleri’nde film seyirciyle buluştu. Japonya tarafında Türkiye’den daha çok ilgi gördü. Usami Shozo, belgeseli izledikten sonra bu konuyla ilgili tez yazdı. Daha önce Ertuğrul Fırkateyni ile ilgili de beste yapmış Seiji Mukaiyama şimdi de “Heimei-Maru” ile ilgili bir eser besteliyor.

Alain Resnais’nin Hiroshima Mon Amour filminden bir kare.

Türkiye-Japonya ilişkilerinin diplomatik olarak başlangıcının 100. yılındayız. Bu dostluk ilişkisinin başlamasıyla ilgili bir projeniz var mı?
Bu hikayenin devamını çekmek istiyorum. Aklımda iki farklı hikaye var. Birincisi Japonya’daki yarbayın torunu, Türkiye’yi, İstanbul’u görmeyi ve buradaki ailelerle buluşmayı istiyor. Bu istek bana dedesinin yarım kalmış yolculuğunu, o taraftan bu tarafa tamamlama duygusu gibi geliyor. Dedesi Vladivostok’tan yola çıkıyor ve hedefi İstanbul’a ulaşmak ama ulaşamıyor. Onun yolculuğunu torununa tamamlatıp buradaki ailelerle bir araya gelmesini arzu ediyorum. İkincisi de çok merak ettiğim fakat fazla bir şey bulamadığım bir konu. Asinara’da tek başına kalan asker ve gemideki kadın ve çocuklar. Gemide 19 kadın ve 17 çocuk varmış. O kadınlardan birisinin ismine ulaştım. Onu arıyorum, eğer bulabilirsem hikayesi bence çok ilginç olacak. Ayrıca gemideki askerlerden birisinin kaydedilmiş sesi bana ulaştı. Bu asker memleketine döndükten sonra Prof. Dr. Mehmet Şahin ve Prof. Dr. Cemal Özgüven anılarını kaydetmek üzere ses kaydediciyle onu ziyaret ediyor. Belgeselimi izledikten sonra kasetleri bana ulaştırdılar. Mümkün olursa o kasetleri de kullanarak sadece sayı olarak gündeme gelen insanların o süreçte yaşadıklarını, neler hissettiklerini, hayata nasıl tutunduklarını aktarmak istiyorum. Ayrıca Prof. Dr. Ali Merthan Dündar Hoca ile “Heimei-Maru”yla ilgili kitap hazırlığı içindeyiz. 100. yıl dolayısıyla bu kitabın yayımlanmasını istiyoruz.

Vefa, dayanışma, tarihi dostluğa katkı sunan bir belgesel. Hamasetle değil, insan acılarını göstererek tarihimizi anlatıyor. Mustafa amcanın babasının hüzünlü hikeyesinden çıkışla bir döneme tanıklık ediyoruz. Tebrik ederim…
Bu güzel sözler ve değerlendirmeler için çok teşekkür ederim.